Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 10 (1)
Volume: 10  Issue: 1 - April 2008
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH
1.Prognostic value of serum D-dimer levels in patients with community acquired pneumonia
Erkan Rodoplu, Ahmet Ursavaş, Hayrettin Göçmen, Funda Coşkun, Esra Uzaslan, R. Oktay Gözü
Pages 9 - 14
AMAÇ: D-dimer fibrinolitik sistem aktivasyonu sonrası fibrin yıkımı sonucu oluşur. Serum D-dimer düzeyinin potansiyel kullanımı venöz tromboembolizm için tarama testi olsa da diğer bozukluklardaki rolü iyi tanımlanmamıştır. D-dimer düzeyleri ve toplum kökenli pnömoni (TKP) olan hastaların son durumları arasındaki ilişki hakkında fazla bilgi yoktur. Bu çalışmanın amacı TKP olan olgularda serum D-dimer düzeyinin prognostik değerini araştırmaktır. GEREÇ-YÖNTEM: Ocak 2006–Eylül 2006 tarihleri arasında toplum kökenli pnömoni tanısı alan 64 ve pulmoner emboli tanısı konulan 45, toplam 109 hasta prospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Ayrıca 20 sağlıklı erişkin ile kontrol grubu oluşturuldu. Çalışmaya dahil edilen olguların demografik özellikleri, fizik muayene ve laboratuvar bulguları kaydedildi. Pnömoni grubundaki hastalar pnömoni şiddet indeksi (PSI) ile değerlendirildi. Bu üç gruptaki olguların serum D-dimer düzeyleri lateks destekli turbidimetrik yöntem ile ölçüldü ve birbirleriyle kıyaslandı. BULGULAR: Serum D-dimer düzeyleri pulmoner emboli grubunda (748.3±769.6 μg/L) diğer iki gruba göre ve TKP grubunda (357.8±294.7 μg/L) kontrol grubuna (149.7±99.6 μg/L) göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0.05). Serum D-dimer düzeyleri ile pnömoninin radyolojik yaygınlığı ve PSI arasında anlamlı bir ilişki mevcuttu.
SONUÇ: Serum D-dimer düzeyinin TKP olgularında prognozu tahmin etmede yararlı olabileceği sonucuna vardık.
AIM: D-dimer results from the fibrin breakdown after fibrinolytic system activation. Although the potential use of serum D-dimer levels has been assessed as a screening test for venous thromboembolism, its role in other disorders has not been as well defined. Little is known about the relationship between D-dimer levels and the clinical outcomes of patients with community-acquired pneumonia (CAP). The aim of this study was to investigate the prognostic value of plasma D-dimer levels in patients with CAP.
MATERIAL-METHODS: This prospective study was conducted between January 2006 to September 2006 including 64 cases diagnosed as CAP, 45 cases as pulmonary emboli and 20 cases for control group. The demographic characteristics, physical examination findings and laboratory test results of cases were recorded. The severety of cases in pneumonia group were assessed with Pneumonia Severity Index (PSI). Among three groups levels of D-dimer in serum were measured with latex buttressed turbidimetric method for quantitative determination and compared. RESULTS: Serum D-dimer levels were higher in patients with pulmonary embolism (748.3±769.6 μg/L) when compared other two groups and it was higher in CAP (357.8±294.7 μg/L) group when compared to controls (149.7±99.6 μg/L) (p<0.05). A significant relationship was found between the presence of elevated D-dimer levels and radiologic pneumonia extension and PSI.
CONCLUSION: We concluded that D-dimer levels could be useful for predicting clinical outcome in patients with CAP.

2.The importance of alkaline phosphatase levels in differentiation of pleural effusions
Gülru Polat, Gülistan Karadeniz, Melih Büyükşirin, Gültekin Tibet
Pages 15 - 18
AMAÇ: Bazı biyokimyasal parametrelerin plevral hastalıkların ayırıcı tanısına yaklaştırdığı, ayırıcı tanı olasılıklarını azalttığı bilinmektedir. Plevral efüzyonlarda Alkalen Fosfataz (ALP) tayini ile ilgili az sayıda ve çelişkili çalışmalar mevcuttur. Malign-malign olmayan plöreziler ile transudatif-eksudatif plörezilerde, plevral sıvı ve serum ALP düzeylerini karşılaştırmak suretiyle ALP tayininin önemini araştırmaya çalıştık. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya 115 plevral efüzyonlu olgu alındı. BULGULAR: Light kriterlerine göre 100’ü eksuda,15’i transuda vasfında plevral efüzyona, 41’i malign, 74’ü ise benign plevral efüzyona sahipti. Plevral ALP ve plevra/serum ALP düzeyi, eksudatif plevral efüzyonlu grupta transudatif gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). % 74 sensitivite ve %86 spesifite ile cut-off 44.5 U/L olarak hesaplandı. Malign-benign plevral efüzyonların ayrımında ise serum, plevra, plevra/serum ALP düzeyi anlamlı bulunmamıştır..
SONUÇ: Plevral ALP ve plevra/serum ALP değeri transuda-eksuda ayrımında anlamlı iken, malign-malign olmayan efüzyonların ayrımında etkisiz kalmıştır.
AIM: It is known that various biochemical parameters may be used in the differential diagnoses of pleural diseases. There is a few and contradictory studies about the importance of Alkaline phosphatase (ALP) in pleural effusions. To compare ALP levels in malignant and nonmalignant effusions, transudative and exudative effusions.
MATERIAL-METHODS: Hundred and fifteen cases with pleural effusion were included in this study. RESULTS: Hundred had exudative, 15 had transudative pleural effusions according to Light criteria. Fourty one had malignant, 74 had benign pleural effusions. Pleural ALP and pleura/serum ALP level was significantly higher in exudative group than transudative group (p<0.05). Cut-off level for the differentiation of exudate-transudate was found to be 44.5 U/L with the sensitivity of 74% and specificity of 86%. Serum, pleural ALP and pleura/serum ALP level was not found to be significant for differentiation of malignant-benign pleural effusions. CONCLUSION: We found pleural fluid ALP concentration and pleura/serum ALP ratio higher in exudative group than transudative group but these values were not helpfull in differentiation of malign and benign pleural diseases.

3.Pneumonectomy: Indications and results
Ahmet Üçvet, Cemil Kul, Kenan Can Ceylan, Gökhan Yuncu, Serpil Sevinç, Halil Tözüm, Soner Gürsoy, Sadık Yaldız, Oktay Başok
Pages 19 - 23
AMAÇ: Göğüs cerrahisinde pnömonektomi ameliyatları yüksek mortalite ve morbidite ile birliktedir. Çalışmada, pnömonektomi uygulanan hastaların endikasyonları ve cerrahi tedavi sonuçlarının gözden geçirilmesi amaçlandı. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya Ocak 2003-Aralık 2004 arasında pnömonektomi uygulanan 72 hasta dahil edildi. Tüm hastalar endikasyon, hasta özellikleri, operatif mortalite ve postoperatif komplikasyonlar yönünden incelendi. BULGULAR: Çalışma grubu 68'i (%94.4) erkek, 4'ü (%5.6) kadın 72 hastadan ibaretti. Yaş ortalaması 56.8±11.0 (20 ile 77 arası) idi. Hasta tanıları şöyleydi; 65 (%90.3) akciğer kanseri, 3 (%4.1) aspergillom, 2 (%2.8) bronşektazi, 1 (%1.4) endobronşial hamartom ve 1 (%1.4) tüberküloz. Tüm hastalardan 16’sına (%22.2) neoadjuvan tedavi uygulandı. Üç hastaya (%4.2) ilave göğüs duvarı rezeksiyonu yapıldı. Üç hastada intraperikardial pnömonektomi gerekti. Operatif mortalite oranı %6.9 idi (5 hasta). On üç hastada (%18.1) komplikasyon gelişti; 4 aritmi, 4 solunum yetmezliği, 3 ampiyem, 2 bronkoplevral fistül, 2 kord vokal paralizisi, 2 emboli, 1 kalp yetmezliği, 1 pnömotoraks, 1 özefagus rüptürü, 1 akciğer ödemi ve 1 renal yetmezlik. Altmış yaş üstü (p=0.01), neoadjuvan tedavi almış (p=0.03), ek hastalığı olan (p=0.0008) ve genişletilmiş rezeksiyon uygulanan (p=0.008) hastalar artmış komplikasyon oranına sahipti. Operatif mortalite oranı ise 60 yaş üstü (p=0.014), ek hastalığı olan (p=0.0004) ve genişletilmiş rezeksiyon uygulananlarda (p=0.05) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek orandaydı. SONUÇ: Çalışmamızda yaş, genişletilmiş rezeksiyon, ek hastalık ve neoadjuvan tedavi uygulanması komplikasyon oranına etkili bağımsız değişkenlerdi. Yaş, ek hastalık ve genişletilmiş rezeksiyonlar ise artmış operatif mortalite ile birlikteydi.
AIM: In thoracic surgery, pneumonectomy operations are associated with high morbidity and mortality. In the present study, we assumed to determine operative indications and to overview the surgical treatment results. MATERIAL-METHOD: Present study includes the 72-pneumonectomized patients between January 2003 and December 2004. All patients were assessed on indication, patient characteristic, operative mortality and postoperative complication. RESULTS: The study population consists of 72 patients; 68 male (94.4%) and 4 (5.6%) female. Mean age was 56.8±11.0 years (range 20 to 77). Clinical diagnosis included 65 lung cancer (90.3%), 3 aspergilloma (4,1%), 2 bronchiectasis (2.8%), 1 endobronchial hamartoma (1,4%) and tuberculosis (1,4%). Sixteen of them (22.2%) have underwent neoadjuvant therapy previously. Additional chest wall resection was performed to 3 patients (4.2%). In 3 patients intrapericardial pneumonectomy were necessitated. Operative mortality rate was 6.9% (5 patient). Thirteen patients (18.1%) had complication, 4 suffered from arrhythmia, 4 from respiratory insufficiency, 4 from empyema, 2 from bronchopleural fistula, 2 from vocal cord paralysis, 2 from emboli, 2 from cardiac failure, 1 from pneumothorax, 1 from esophageal rupture, 1 from pulmonary edema and 1 from renal failure. Age over 60 (p=0.01), neoadjuvant therapy (p=0.03), comorbid disease (p=0.0008) and extended resections (p=0.008) are associated with increased complication rates. Operative mortality was found statistically higher in patients over 60 years of age (p=0.014), with comorbid disease (p=0.0004) and in patients whom extended resection was performed (p=0.05). CONCLUSION: In the present study independent variables that affect on complications were age, extended resection, comorbid disease and neoadjuvant therapy. Age, comorbid disease and extended resection were associated with increased operative mortality.

4.Non-invasive mechanical ventilation in respiratory failure due to chronic obstructive pulmonary disease exacerbation
Ayşegül Baysak Apaydın, Alev Gürgün, Oben Bıyıklı, Feza Bacakoğlu
Pages 24 - 33
AMAÇ: Bu çalışmada KOAH alevlenmesine bağlı hipoksik ve hiperkapnik solunum yetmezliği bulunan olgularda, standart medikal tedavi (SMT) ve SMT ile birlikte non-invazif mekanik ventilasyon (NİMV) uygulanmasının etkinliği araştırılmıştır.
GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniği Yoğun Bakım Ünitesi’ne KOAH tanısı olup, alevlenme ve solunum yetmezliği nedeniyle yatırılan 66 olgu alınmıştır. Olgular SMT alan Grup I ve SMT ile birlikte NİMV uygulanan Grup II olarak iki gruba ayrılmış ve iki grup kan gazları, yoğun bakım ve hastane yatış süresi, komplikasyon açısından karşılaştırılmıştır.
Bulglar: Yoğun bakım (YB)’a alınan 66 olgunun 28’ine SMT, 38’ine ise ek olarak NİMV uygulanmıştır. Başvurudaki bulgular değerlendirildiğinde; NİMV uygulanan grupta, ‘Glasgow Coma Score’ düşük (p=0.02), ensefalopati skoru yüksek (p=0.03) bulunmuştur. SMT grubunda; pH değerinde 6.saatten sonra, PaO2’de tüm ölçüm saatlerinde düzelmenin olduğu, PaCO2 değerinde ise hiçbir saatte anlamlı düşme olmadığı görülmüştür. NİMV grubunda ise; başvuru, 1. saat, 6. ve 24. saat arasındaki pH değişiklikleri, anlamlı (p=0.01) bulunmuştur. PaCO2 değerlerinde de, pH’daki artışa benzer şekilde iyileşme gözlenmiştir. PaO2 değerleri ise, ilk 24 saatte devamlı artış göstermiştir. İki tedavi grubu birbirleriyle karşılaştırıldığında; ilk 24 saat içindeki tüm değerlendirmelerde PaO2 değerleri, NİMV grubunda SMT grubundan anlamlı olarak yüksek (p=0.001) bulunmuştur. İki grup arasında, YB ve hastanede kalış süreleri ile tedavi başarısı açısından fark saptanmamıştır. NİMV’a bağlı ciddi bir komplikasyon kaydedilmemiştir. İzlemde, sadece SMT grubunda bir hastada (%3.6) hastane kökenli pnömoni gelişmiştir. SMT grubunda solunumsal, NİMV grubunda ise diğer nedenlere bağlı eksitus oranı daha yüksek (sırasıyla %7.1’e karşı %2.6 ve %13.2’e karşı %7.1) bulunmuştur.
SONUÇ: KOAH alevlenmesine bağlı solunum yetmezliği gelişen olgularda, SMT’ye NİMV eklenmesinin arteriyel kan gazı parametrelerini daha hızlı düzeltmekle birlikte hastane içi prognozu anlamlı olarak değiştirmediği sonucuna varılmıştır.
AIM: In the study, we investigated the effectiveness of standart medical therapy (SMT) and SMT with non-invasive mechanical ventilation (NIMV) in patients with hypoxic and hypercapnic respiratory failure due to COPD exacerbation.
MATERIAL-METHODS: This study included 66 patients who were diagnosed to have respiratory failure and COPD exacerbation and hospitalized in Ege University Pulmonary Diseases Department Intensive Care Unit. The patients recieving SMT was classified as Group I whereas patients recieving SMT and NIMV as Group II. The two groups were compared regarding blood gases, length of hospital and intensive care unit stay and complications. The effect of NIMV in respiratory failure was prospectively investigated in the patients admitted to intensive care unit due to COPD exacerbation.
RESULTS: Among the 66 patients, 28 patients received SMT, 38 of them received SMT with NIMV. On admission, the ‘Glasgow Coma Score’ was significantly low (p=0.02) and ‘Encephalopathy Score’ was significantly high (p=0.03) in NIMV patients. The SMT group showed improved PaO2 and pH at every measurement hour and at 6 hours respectively after the treatment,whereas there was no significant difference in PaCO2 values. In NIMV group, there was significantly improvement in pH,PaCO2 and PaO2 values between the initial, 1st, 6 th and 24 th hours measurements (p=0.01). The PaO2 values were significantly higher (p=0.001) in NIMV group than the SMT group in all assessments in the first 24 hours. There was also no significance in hospital and ICU and treatment success for both groups. Only in one patient (3.6%) in SMT group hospital acquired pneumonia developed. The mortality due to respiratory causes in SMT group was higher than the mortality due to other causes in NIMV group (13.2 % versus 7.1% and 7.1% versus % 2.6, respectively).
CONCLUSION: In conclusion, in patients with respiratory failure due to COPD exacerbation although SMT and NIMV help to improve blood gases rapidly, it does not significantly affect the prognosis in hospital.

5.Prevalence of abnormalities found by sinus CT in patients with asthma and Its relation with severity of asthma
Şebnem Yosunkaya, Emin Maden, Faruk Özer
Pages 34 - 39
AMAÇ: Astım ve sinüzit birlikteliği sık görülen bir durumdur. Ancak sinüzit varlığının astım için ağırlaştırıcı bir faktör olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Çalışmamızda sinüzit astım için ağırlaştırıcı bir faktör ise; daha şiddetli astımı olan kişilerde sinüslerde radyolojik anormallik daha sık olmalıdır hipotezi ile astımlı hastaları astım ağırlık derecesine göre sınıflandırılarak sinüzit bulunma sıklığı araştırıldı. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Allerji Polikliniğine başvuran 74’ü kadın, 19’u erkek 93 astımlı hasta alındı. BULGULAR: Astımlı hastalar %63 oranında atopikti ve %52’sinde rinit semptomları da vardı. Doksan üç astımlı hastanın 45 (%47) inin sinüs bilgisayarlı tomografisinde sinüs patolojisi görüldü. SONUÇ: Astımlı hastalarda belirgin semptom olmasa da radyolojik olarak sinüzit tespit edilebileceği görüldü. Astım şiddeti arttıkça sinüzit görülme sıklığı açısından bir fark oluşmamaktadır.
AIM: Asthma and sinusitis are frequently associated, but it is controversial whether presence of sinusitis is a risk factor for severity of asthma. In this study we classified the asthma cases according to severity of asthma and investigated frequency of sinusitis with hypothesis that if sinusitis is a worsening factor for asthma, cases with more severe asthma should have more frequent abnormal radiological finding. MATERIAL-METHOD: Ninety three asthma cases including 74 female and 19 male who were referred to Selcuk University, Faculty Medicine, Department of Pulmonary Disease, Allergic Diseases Division were included. RESULTS: Of the cases 63% were atopic and 52% had symptoms of rhinitis. Sinus pathology was detected in 45 (47%) of 93 cases by sinus CT. CONCLUSION: Also it was seen that even in absence of manifest symptoms; radiologically confirmed sinusitis could be found in cases with asthma. The increase in asthma severety was not accompanied by increased frequency of sinusitis.

6.Inhaler use and device preferences of asthmatic patients: Role of education on appropriate device use
Emel Ceylan, Atila Akkoçlu, Gül Ergör, Fidan Yıldız, Oya İtil
Pages 40 - 47
AMAÇ: Uygunsuz inhaler kullanımı yetersiz tedavi ve artmış maliyete yol açmaktadır. Bu çalışmanın amacı polikliniğimize başvuran ve inhaler tedavi önerilmiş olan astımlı hastaları, tedavi uyumu, doğru inhaler kullanımı ve cihaz tercihleri yönünden değerlendirmek ve eğitmektir.
GEREÇ-YÖNTEM: Polikliniğimize başvuran 83 (70 kadın ve 13 erkek) stabil astımlı hasta çalışmaya alındı. Hastalar 10 aşamalı skorlama sistemi ile değerlendirildi. Bazal skorlama sonrası, cihazın doğru kullanım şekli bireysel ve uygulamalı olarak gösterildi ve kullanma teknikleri tekrar skorlandı (skor 2). Sonra cihazın doğru kullanım şekli video ile gösterildi ve tekrar skorlama yapıldı (skor 3).
BULGULAR: Yaş ortalaması 50.8±11.9 olan hastaların 63’ü (75.9%) düzenli tedavi alıyordu. Bu olguların 51’i MDI, 24’ü turbuhaler, 18’i diskus and 9’u aerolizer kullanıyordu. Olguların %94’ü kullanmakta olduğu cihazlarından memnundu ve en önemli memnuniyet nedeni olarak kullanım kolaylığı (%70) ve taşıma kolaylığını (%51) bildirdiler.
En iyi ortalama bazal skor diskus kullanan hasta grubunda olup 8.72±0.9 idi. İlk eğitimden sonra elde edilen skorlar, ÖDİ, turbuhaler, diskus and inhaler kapsülün tümü için başlangıç skorlarına göre istatistiksel olarak anlamlı düzelme görüldü (sırasıyla p= 0.000, 0.000, 0.001, 0.011). Video ile kullanımları demonstre ettikten sonraki skorlarda da diskus kullanımı dışında (p=0.180); ÖDİ, turbuhaler and inhaler kapsülün tümü için anlamlı düzelmeler vardı (sırasıyla p=0.000, 0.000, 0.034). İnhaler kullanım süresi, yaş ve eğitim durumlarına göre gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu.
SONUÇ: İnhaler cihazlarının kullanımı için gerek bireysel gerekse video destekli eğitimin tüm yaş gruplarında, her eğitim düzeyinde ve tüm hastalık evrelerinde yararlı olduğu görüldü.
AIM: Inappropriate inhaler use techniques lead to inadequate therapy and increased cost. The aim of the present study was to evaluate the asthma patients who applied to our outpatient clinic and proposed inhaler treatment regarding compliance of the treatment, inhaler use, preferences of devices and teaching how to use.
MATERIAL-METHOD: A total number of 83 patients with asthma (13 male vs 70 female) who applied to our outpatient clinic, were included in the study. The patients were evaluated with a 10-step scoring system. After basal scoring, correct use of the devices were described individually and their using techniques were scored (score 2). Correct techniques are shown with video and rescored (score 3).
RESULTS: Mean age of the patients were 50.8±11.9 and 63 (75.9%) of these were receiving regular therapy. Fifty one cases were using metered dose inhaler (MDI), 24 taking turbuhaler, 18 using discus and 9 taking aerolizer. Ninety four percent of the patients were satisfied with their devices and the main reasons of satisfactions were the device’s ease to use (70%) and ease to carriage (51%).
The best mean basal score was found to be 8.72 in the patient group using discus. Among the scores obtained from first step education; MDI, turbuhaler, discus and aerolizer there were statistically significant difference when compared to initial ability scores ( p= 0.000, 0.000, 0.001, 0.011, respectively). There were also significant differences in scores after video-show except for discus use( p=0.000, 0.000, 0.034, 0.180, respectively). There was no difference between groups regarding inhaler treatment time, age and education.
CONCLUSIONS: It is concluded that both individual training and video-assisted training for inhaler device use is beneficial in all ages, education-levels and disease stage.

REVIEW ARTICLE
7.Pulmonary hyalinizing granuloma: Clinicopathological feature
Sibel Perçinel, Serpil Dizbay Sak, Berna Savaş
Pages 48 - 53
Pulmoner hyalinize granülom (PHG), orijini bilinmeyen pulmoner nodüllerin ayırıcı tanısına giren, orta yaşta görülen, akciğerin farklı bir fibrotik lezyonudur. Lezyonların radyolojik görünümü bazen metastatik karsinomu taklit eden multipl, bilateral nodüller olarak izlenir. PHG’nin etyopatogenezi bilinmemesine karşın hastalığın, tüberküloz ve histoplazmozis gibi kronik granülomatöz infeksiyon veya antijen-antikor komplekslerinin rol oynadığı herhangi bir olaydan dolayı abartılı bir immün yanıtı yansıttığı ileri sürülmüş ve bu abartılı immün yanıtın, akciğerde kendini immünglobulin veya immün komplekslerin birikimi şeklinde gösterebileceği varsayılmıştır. PHG’nin kendine özgü histolojik özellikleri bulunur. Küçük büyütmede iyi sınırlı bir nodüler yapının santralinde dallanan, çaprazlaşarak kesişen veya girdaplar oluşturan hyalinize kollajen ve bunun periferinde plazma hücreleri, germinal merkezleri belirgin lenfoid foliküllerin de bazen eşlik ettiği lenfositler, histiositler ve spindl şekilli fibroblastlardan oluşan daha selüler bir hücre popülasyonu gözlenir. Kollajenin dağılım paterni lezyon açısından tanısal bir öneme sahip olup, retraksiyon artefaktını yansıttığı düşünülen boşluklar ile birbirinden ayrılan, girdaplar oluşturan kalın kollajen demetleri ile karakterizedir. Hastaların çoğu benign klinik seyir gösterir. Klinik, radyolojik ve histolojik ayırıcı tanılar; primer ve sekonder neoplazmlar, romatoid nodül, sarkoidozis, Wegener granülomatozis, nodüler amiloidozis, inflamatuar myofibroblastik tümör, infeksiyöz kronik granülomatöz hastalıklar, intrapulmoner lokalize fibröz tümör, nodüler sklerozan Hodgkin lenfoma ve sklerozan hamartoma içerirler.
Bu derlemenin amacı PHG’nin ayırıcı klinikopatolojik özelliklerini tanımlamak, histolojik özellikleri ve ayırıcı tanılarını tartışmak ve hastalığın nedenleri ve patogenezi ile ilgili bazı olasılıkları ortaya koymaktır.
Pulmonary hyalinizing granuloma (PHG) which should be considered in the differential diagnosis of pulmonary nodules of unknown origin is a distinct fibrosing lesion of lung that occurs in middle-aged patients. The radiological appearance of the lesion is that of multiple, bilateral nodules which sometimes mimic metastatic carcinoma. Although the etiopathogenesis of PHG is unknown, it has been postulated that it represents an exaggerated immune response, possibly due to chronic granulomatous infections such as tuberculosis or histoplasmosis or antigen-antibody complexes so that this immune response may result in deposition of immunoglobulins or immune complexes in the lung. PHG has unique histological features. At low magnification, a central area of branching lamellae of hyalinized collagen is surrounded by a more cellular periphery consisting of lymphocytes with germinal centers, plasma cells, histiocytes and spindle-shaped fibroblasts. The pattern of deposition of the lamellar collagen is diagnostic of this lesion and is characterized by thick ropy whorled collagen bundles separated by clear spaces, probably representing a retraction artifact. Most of the patients have a benign clinical course. The clinical, radiological, and histological differential diagnoses include primary and secondary neoplasms, rheumatoid nodule, sarcoidosis, Wegener’s granulomatosis, nodular amyloidosis, inflammatory myofibroblastic tumor, infectious chronic granulomatous diseases, intrapulmonary localized fibrous tumor, Hodgkin’s lymphoma, nodular sclerosing type, and sclerosing hamartoma.
The purpose of this review is to describe distinctive clinicopathological features of PHG, to discuss histological characteristics and differential diagnoses, and to discuss some possibilities regarding its cause and pathogenesis.

CASE REPORT
8.Nutrition of intensive care unit patients
Feza Bacakoğlu
Pages 54 - 61
Yoğun bakım (YB)’da izlenen olgulara, beslenme desteği gereklidir. Uygun beslenme; katabolizmayı azaltmayı, protein-enerji gereksiniminin karşılanmasını, sıvı-elektrolid dengesinin kurulmasını ve sürdürülmesini hedeflemektedir. Beslenmeye zamanında başlanması, malnütrisyondan koruyucu olabilir. Zira, malnütrisyonu bulunan olgularda, morbidite ve mortalite artmıştır. Bu derlemede; YB’de beslenmenin endikasyonları, kontrendikasyonları ve beslenme yolları özetlenmiştir. Ayrıca, immun beslenme ve kan şekeri kontrolü de gözden geçirilmiştir.
Nutritional support is required in patients attended to the intensive care unit (ICU). The aims of the appropriate nutrition are to decrease the catabolism, achieve protein-energy need, constitute and prolong the fluid-electrolyte balance. Beginning the nutrition on time can be protective for malnutrition. As a matter of fact, the morbidity and mortality are increased in patients with malnutrition. In the present review, the indications, contraindications and routes of nutrition in ICU are summarized. Besides, immunonutrition and control of blood glucose are examined.

9.Respiratory bronchiolitis associated with interstitial lung disease: Case report
Oğuzhan Okutan, Tayfun Çalişkan, Zafer Kartaloğlu, Erkan Bozkanat, Ahmet İlvan
Pages 62 - 66
Respiratuar bronşiyolite bağlı interstisyel akciğer hastalığı (RB-ILD) yakın dönemde tanımlanmış, yoğun sigara içimi ile ilişkili bir klinik tablodur. RB-ILD özellikle sigara içicilerinde görülen histotolojik olarak pigmente alveolar maktrofajların bronkosentrik birikimi ile interstisyumun fibrotik veya hücresel inflamatuar değişiklikleri ile karakterizedir. Hastalar genellikle kuru/balgamlı öksürük, nefes darlığı, ateş, terleme ve göğüste sıkışma hissi ile doktora başvururlar. Dinlemekle olguların yarsında inspiratuar ral duyulur. Hemoptizi sık görülen bir semptom değildir.
Olgumuz 21 yaşında erkek olup, hemoptizi, balgamlı öksürük, nefes darlığı, kilo kaybı ve ellerde morarma şikayeti ile kliniğimize geldi. Öz ve soy geçmişinde bir özellik tanımlamıyordu. İki paket-yıl sigara hikayesi olan hastanın dinlemekle her iki akciğer skapula altında ral duyuldu. Arterial kan gazı PaO2 48 mmHg, PaCO2 37 mmHg ve SpO2 %70 saptandı. Solunum fonksiyon testlerinde restriktif patern saptandı. Toraks yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografisinde sentrilobüler nodüller, her iki akciğerde buzlu cam manzarası, minimal plevral sıvı, sağ majör fissürde plevral kalınlaşma, sağ orta lobda peribronkovasküler kalınlaşma ve atelektazik bant formasyonu gözlendi. Açık akciğer biyopsisi ile alınan materyalin histopatolojik inceleme sonucunda bulgular RP-ILD ile uyumlu bulundu.
RB-ILD tanısı konulan hastanın klinik ve radyolojik bulguları sigaranın kesilmesi ile kendiliğinden kayboldu, ek olarak steroid tedavisine ihtiyaç duyulmadı.
Respiratory bronchiolitis associated with interstitial lung disease (RB-ILD) is a recently described clinicopathological entity that occurs almost exclusively in current heavy cigarette smokers. RB-ILD characterized histologically by bronchiolocentric accumulation of pigmented alveolar macrophages and fibrotic or cellular inflammatory changes of pulmonary interstitium. Patients with RB-ILD commonly present with productive/nonproductive cough and dyspnea, fever, sweat and chest tightness. Auscultation of the lungs reveals inspiratory crackles in about half of patients. Haemoptysis is uncommonly a symptom in a patient with RB-ILD.
The patient was a 21 year old man, who was admitted to the hospital for hemoptysis, productive cough, moderate dyspnea, sputum expectoration, weight loss and peripheral cyanosis. He neither had a relevant medical history before, nor a family history of respiratory system illness. He had 2 pack-year smoking history. Auscultation of the lungs revealed bilateral infrascapular crackles. Arterial blood gases on room air showed PaO2 48 mmHg, PaCO2 37 mmHg and SpO2 70%. Pulmonary function results showed restrictive pattern. High-resolution computed tomography (HRCT) scan findings in our case are centrilobular nodules, ground glass opacities at both lung, minimal effusion and pleural thickening at the right major fissure, thickening of peribronchovascular walls and atelectatic band formations at middle lobe of right lung in the paracardiac area. Histopathological examination of the specimens taken by open lung biopsy was compatible with RP-ILD. Clinical and radiological findings of the patient improved spontaneously after smoking cessation and did not need corticosteroid.

10.Acute renal failure due to continuous rifampicin therapy
Oğuzhan Okutan, Dilaver Taş, Enes Murat Atasoyu, Abtullah Haholu, Faruk Çiftçi, Zafer Kartaloğlu
Pages 67 - 70
ifampisin, tüberküloz tedavisinin standart bir parçasıdır. Rifampisine bağlı akut böbrek yetmezliği (ABY), nadiren gelişir. ABY, tipik olarak, aralıklı veya belli bir süre sonra tekrar rifampisin kullanımı sırasında gelişmektedir. Ancak sürekli (günlük) rifampisin kullanımı sırasında da ABY gelişen olgular bildirilmiştir. Bu çalışmada, yayma pozitif akciğer tüberkülozu tanısı ile rifampisin 600 mg/gün ve streptomisin 1 g/gün içeren dörtlü tedavi sırasında gelişen ABY değerlendirilmiştir. Streptomisin kesilmesine rağmen, üre ve kreatinin değerleri başlangıçtan beri hafif yüksek seyreden hastaya renal biyopsi yapılmıştır. Histopatolojik görünüm tübülointerstisyel nefrit ile uyumlu bulunmuştur. Başlangıçta tüberkülozun ağır olması ve rifampisin toksisitesinin düşünülmemesi nedeniyle rifampisine devam edilmiştir. Sürekli kullanımda çok nadir olması ve immunoallerjik bir mekanizmanın objektif olarak ortaya konamaması nedeniyle renal toksisite, rifampisin ile ilişkilendirilmemiştir. Biyopsi sonucu ile değerlendirilen hastada rifampisine bağlı ABY düşünülmüş ve rifampisinin kesilmesi ile birlikte günler içinde renal fonksiyon parametreleri normale dönmüştür.
Rifampicin is one of the standart drugs of tuberculosis treatment. Acute renal failure (ARF) rarely may develop due to rifampicin. ARF, typically, develops on reintroduction of the drug or during intermittent therapy. However, it also has been reported during continuous rifampicin therapy. ARF that has developed during the four-drug tuberculosis regimen, given for sputum positive lung tuberculosis, including streptomycin 1 gr/day and rifampicin 600 mgr/day, has been evaluated at this study. Although streptomycin was stopped since the patient that had mildly high levels of urea and creatinine since the begining, a renal biopsy was performed. Histopathologic examination demonstrated an tubulointerstitial nephritis. Rifampicin was continued at the beginning, because tuberculosis disease of the patient was severe and the patient was not considered to have rifampicin toxicity. Since rifampicin toxicity is seen rarely in continuous therapy and we did not detect any objective way of immunoallergic damage the renal toxicity could not be related to rifampicin. We decided that it was a renal failure caused by rifampicin, according to the biopsy result. The patient had normal renal functions after discontinuation of rifampicin.

11.Primary spontaneous pneumomediastinum
Aysun Demirel, Engin Aynacı, Mehmet Akif Özgül, Güler Özgül, Mehmet Atilla Uysal
Pages 71 - 73
Spontan pnömomediastinum mediasten içinde hava bulunması olarak tarif edilir ve nadir görülen klinik bir durumdur. Polikliniğimize göğüs ağrısı ve boğazında tıkanıklık hissi ile başvuran bu olgu özellikle göğüs ağrılarının ayırıcı tanısında spontan pnömomediastinumun düşünülmesi gereğini vurgulamak amacı ile sunulmuştur.
Spontaneous pneumomediastinum is a rarely seen clinical entity which is defined as existence of air in mediastinum. This patient referred to our out patient clinic with chest pain and feeling of throat obstructıon. Therefore this case is particulary presented to emphasize that in differential diagnosis of chest pain spontaneous pneumomediastinum should be remembered.



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale