Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 15 (2)
Volume: 15  Issue: 2 - August 2013
Hide Abstracts | << Back
REVIEW ARTICLE
1.Parapneumonic Pleural Effusion and Empyema
Volkan Erdoğu, Muzaffer Metin
doi: 10.5152/solunum.2013.013  Pages 69 - 76
Akciğer enfeksiyonlarına sekonder olarak plevral boşlukta biriken sıvı parapnömonik efüzyon olarak adlandırılır. Parapnömonik efüzyonlara sıklıkla bakteriyel ve viral pnömoniler neden olurlar ve bu efüzyonların komplike olması ile plevral boşlukta pü birikerek ampiyem ortaya çıkar. Erişkin ve çocuklarda en sık ampiyeme sebep olan mikroorganizmalar, Streptococcus pneumoniae, Staphylococcus aureus ve Streptococcus pyogenes’tir. Klinik görünüm; sebep olan mikroorganizmaya, plevral alandaki pü oranına ve hastanın genel durumuna bağlıdır. Tanı radyolojik olarak konur. Plevral mayi drene edilmez ise gelişen ampiyem fizyopatolojik olarak üç aşamada kronik faza ilerler. Parapnömonik sıvıların erken tespit edilip, uygun antibiyoterapi ile ampiyem gelişiminin önlenmesi, daha invazif tedavilere gereksinimini azaltacaktır. Ampiyemin tedavisinde ise videotorakoskopik delokülasyon/dekortikasyon veya torakotomi ile dekortikasyon gibi cerrahi yöntemler gerekir.
Parapneumonic effusion is fluid accumulation in the pleural space secondary to pulmonary infections. The most frequent causes of parapneumonic effusion are bacterial and viral pneumonias. As a result of complications in this fluid and collection of pus in the pleural space, empyema develops. Microorganisms that cause empyema most frequently in adults and children are; Streptococcus pneumoniae, Staphylococcus aureus and Streptococcus pyogenes. Clinical appearance depends on the causative microorganism, amount of pus in the pleural space and general status of the patient. The diagnosis is made radiologically. If pleural fluid is not drained, the empyema goes on to the chronic phase in three stages physiopathologically. Determining parapneumonic fluids earlier and preventing empyema by proper antibiotherapy will decrease the necessity for more invasive treatments. In the treatment of empyema, surgical methods such as video thoracoscopic deloculation/decortication or decortication with thoracotomy are applied.

2.Medical Thoracoscopy in the Management of Malignant Pleural Effusion
Hüseyin Yıldırım
doi: 10.5152/solunum.2013.014  Pages 77 - 81
Malign plevral sıvılar günlük pratikte göğüs hastalıkları uzmanlarının karşılaştığı en sık problemlerden biridir. Malign plevral sıvıların tanısı malign hücrelerin plevral sıvı veya dokuda gösterilmesini gerektirir. Medikal torakoskopi plevral yüzeylerin direkt gözlemlenmesine, uygun alanlardan plevral biyopsi alınmasına, sıvının çıkarılmasına ve talkın püskürtülmesi ile plöredezis yapılmasına olanak sağlar. En yaygın kullanım alanı nedeni bilinmeyen eksüdatif vasıftaki plevral sıvıların değerlendirilmesidir. Deneyimli ellerde iyi tolere edilen ve güvenli bir yöntemdir.
Malignant pleural effusion is one of the most common problems that chest physicians face in their everyday practice. The diagnosis of malignant pleural effusion requires either a histological or cytological demonstration of malignant cells in the pleural tissue or pleural fluid. Medical thoracoscopy allows direct visualization of the pleural surfaces, allowing pleural biopsies, removal of pleural fluid and pleurodesis, often using talc insufflation. The most common indication for thoracoscopy is evaluation of the undiagnosed exudative pleural effusions. When performed by well-trained personnel, thoracoscopy is a safe and well tolerated procedure.

3.History of Lung Transplantation
Gül Dabak
doi: 10.5152/solunum.2013.015  Pages 82 - 87
Dünyada akciğer transplantasyonu tarihçesi, deneysel çalışmaların yapılmaya başlandığı 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren James Hardy’ nin Amerika Birleşik Devletleri’nde 1963’te yaptığı ilk klinik transplantasyona uzanır ve hızlanarak günümüze gelir. 2011 yılına kadar dünyada 40,000’in üzerinde kalp-akciğer ve akciğer transplantasyonu yapılmıştır. Transplantasyon alanındaki artan ihtiyaca ve başarılara paralel olarak transplant merkezleri ve hasta sayıları da giderek artmaktadır. Türkiye’de 2009 yılında Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ nde başlayan akciğer transplantasyonları günümüzde iki merkezde aktif olarak yapılmaktadır. Bu derlemede, ülkemizdeki ilk başarılı akciğer transplantasyonu detaylandırılarak dünyada ve ülkemizdeki akciğer transplantasyonu tarihçesi gözden geçirilmektedir.
History of lung transplantation in the world dates back to the early 20 th century, continues to the first clinical transplantation performed by James Hardy in the United States of America in 1963 and comes to the present with increased frequency. Over 40.000 heart-lung and lung transplantations were carried out in the world up to 2011. The number of transplant centers and patients is flourishing in accordance with the increasing demand and success rate in that arena. Lung transplantations that started in Turkey at Sureyyapasa Teaching Hospital for Pulmonary Diseases and Thoracic Surgery in 2009 are being performed at two centers actively to date. This review covers a general outlook on lung transplantations both in the world and in Turkey with details of the first successful lung transplantation in our country.

RESEARCH
4.Interstitial Lung Diseases Coexisting with Autoimmune Thyroid Diseases
Elif Tanrıverdi, Emine Argüder, Hatice Canan Hasanoğlu, Cevdet Aydın, Ayşegül Karalezli, Bekir Çakır
doi: 10.5152/solunum.2013.016  Pages 88 - 93
Amaç: Otoimmün hastalıklar belli bir organ veya hücre tipine yönelik immün reaksiyonları içerebilen, multisistemik hastalıklara yol açabilen durumlardır. Otoimmün tiroiditin prevalansı %13,4 civarındadır ve çeşitli otoimmün hastalıklarla birlikte görülebilir. Biz de bu çalışmamızda interstisyel akciğer hastalığı (İAH) ile otoimmün tiroid hastalıklarının birlikteliğini değerlendirmeyi planladık.
Yöntemler: Çalışmamıza İAH tanısı ile takip edilen 24 olgu dahil edildi. Tüm olgulara tiroid fonksiyon testleri (TFT), tiroid otoantikorları ve tiroid ultrasonu ile değerlendirme yapıldı. Endokrin Bölümü tarafından gerekli görülen olgulara tiroid iğne aspirasyon biyopsisi (TİAB) yapıldı. Ayrıca diğer bir kolda otoimmün tiroidit tanısı olan 19 hastaya da İAH yönünden değerlendirilmesi için, akciğer grafisi, toraks yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografi (YÇBT), solunum fonksiyon testi (SFT) ve diffüzyon testi yapıldı.
Bulgular: İAH tanısı olan 24 hastanın yaş ortalaması 47,82±15,1 yıl idi (kadın: 19, erkek: 5). İAH tanıları sırasıyla sarkoidoz (n=10), tiplendirilemeyen (n=8), pulmoner langerhans hücreli histiyositozis (n=2), romatoid artrit akciğer tutulumu (n=2), pnömokonyoz (n=2) idi. Olgulardan 8 kişide kronik tiroidit, 7 kişide kronik tiroiditle birlikte multinodüler guatr (MNG), 2 kişide diffüz guatr, 4 olguda MNG saptanırken 3 kişinin ise tiroid bulguları normaldi. Mevcut bulgularla 15 hastada (%62,5) otoimmün tiroidit saptandı. Diğer kolda değerlendirilen otoimmün tiroiditi olan 19 hastanın tümü kadındı ve yaş ortalaması 41,84±12,49 idi. Olguların hiçbirinde klinik, fizyolojik ve radyolojik olarak İAH ile uyumlu olabilecek bulgu yoktu.
Sonuç: Çalışmamızda İAH olan hastalarda otoimmün tiroidit birlikteliğini toplum prevalansına göre anlamlı derecede yüksek tespit ettik. İAH tanısı olan hastaların tiroid yönünden detaylı değerlendirmelerinin yapılmasının olası tiroid patolojisinin erken fark edilmesini sağlayacağını düşünmekteyiz.
Objective: Autoimmune diseases invlolve immune reactions to a particular organ or cell type and may lead to multisystemic diseases. The prevalance of autoimmune thyroiditis is 13.4% and it can exist together with other autoimmune diseases. In this study, we aimed to evaluate the association of interstitial lung disease (ILD) with autoimmune thyroid diseases.
Methods: In this study, 24 cases with the diagnosis of ILD were included. Thyroid function tests, thyroid auto-antibodies and thyroid ultrasonography were carried out on all cases. Thyroid fine needle biopsy was performed in some patients, with the indication of the endocrinology department, to confirm the diagnosis. On the other hand, 19 patients who were diagnosed with autoimmune thyroiditis were evaluated in terms of ILD with chest radiography, thorax high-resolution computed tomography, pulmonary function tests and diffusion test.
Results: The mean age of 24 patients diagnosed as ILD (19 females, 5 males) was 47.8±15.1 years. ILD diagnoses of patients were sarcoidosis (n=10), non-diagnostic (n=8), pulmonary Langerhans cell histiocytosis (n=2), pulmonary involvement of rheumatoid arthritis (n=2) and pneumoconiosis (n=2). Chronic thyroiditis (n=8), chronic thyroiditis with multinodular goiter (n=7), diffuse goiter (n=2) and multinodular goiter (n=4) were detected in cases with ILD. Only 3 patients’ thyroid findings were normal. Fifteen patients (62.5%) had autoimmune thyroiditis. On the other hand, the mean age of 19 patients with autoimmune thyroiditis (all patients were female) was 41.84±12.49 years. None of the patients had clinical, physiological or radiological findings for ILD.
Conclusion: In our study, we identified that the prevalence of autoimmune thyroiditis was significantly higher than normal in patients with ILD. We consider that detailed assessment in terms of thyroid disease will achieve early recognition of possible thyroid pathology for ILD diagnosed patients.

5.Prospective Evaluation of Patients with Chronic Dyspnea in a Pulmonary Out-Patient Clinic Using an Algorithm
Serpil Göçmen Öcal, Mine Durusu Tanrıöver, Öznur Akkoca Yıldız, Arzu Topeli İskit, Lütfi Çöplü
doi: 10.5152/solunum.2013.017  Pages 94 - 99
Amaç: Poliklinikte kronik dispne nedenlerinin prospektif değerlendirilmesi ve etkili tanısal yaklaşım oluşturulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kronik dispne için bir algoritma kullanılarak prospektif çalışma yapıldı. Tüm hastalar anamnez ve fizik muayeneyle değerlendirildikten sonra kan testleri istendi, spirometri yapıldı ve akciğer filmi çekildi. Klinik olarak astım şüphesi olan ancak spirometride non-obstrüktif olan hastalarda metakolin provoakasyon testi yapıldı. Birinci basamak testler normal olan hastalarda yüksek rezolüsyonlu bilgisayar tomografi (YRBT), bilgisayar tomografi (BT), pulmoner anjiyografi ve transtorasik ekokardiyografiyle (TTE) ikinci basamak testler yapıldı.
Bulgular: Birinci basamak testlerle tanı konulamayan kronik dispneli hastaların 58’ine ikinci basamak testler uygulandı. Klinik olarak astım şüphesi olan 12 hastada metakolin provoakasyon testi pozitifti ve astım tedavisine başarılı yanıt verdi. Bizim kullandığımız algoritma ile hastaların yaklaşık %90’ına tanı konuldu. Kronik dispnenin en sık nedenleri astım (%27), kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) (%17), bronşiektazi (%13) ve kalp yetmezliği (%10) olarak izlendi.
Sonuç: Uyguladığımız basamaklı tanısal algoritma sonucu, kronik dispnenin sıklıkla nedeni havayolu ve kalp hastalıkları olarak saptandı. Göğüs hastalıkları polikliniğinde kronik dispneli hastalarda akciğer filmi ve spirometri birinci basamak testler olarak kullanılabilir. Birinci basamak testler normal olduğu zaman, ikinci basamak testler olarak YRBT ve TTE’den yararlanılabilir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the causes of chronic dyspnea in patients of an outpatient clinic prospectively and to implement an efficient diagnostic approach.
Methods: A prospective study was performed with an algorithm for chronic dyspnea. After the patients were evaluated by the history and physical examination, blood tests, chest X-ray (CXR), and spirometry were performed in all cases. The methacholine inhalation challenge test was proposed as a diagnostic test in situations where clinical asthma is suspected and spirometric findings are non-obstructive. All patients whose basic tests were normal, high resolution computed tomography (HRCT), computed tomography (CT), pulmonary angiography, and transthoracic echocardiography (TTE) were performed as second step tests.
Results: As basic tests were non-diagnostic in 58 patients, second step tests were performed. Twelve patients with high clinical probability of asthma were positive on the methacholine inhalation challenge test and responded to asthma treatment. With this algorithmic approach, a final diagnosis was reached in 90% of the patients. The most frequent diagnoses were asthma (27%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) (17%), bronchiectasis (13%), and heart failure (10%).
Conclusion: As a result of this comprehensive protocol, most causes of chronic dyspnea were found to be airway and heart diseases. We would suggest that CXR and spirometry can be performed as first step tests. We consider that when the results of the basic tests are normal, both TTE and HRCT are very useful tests.

6.Contribution of Smoking Quitting Outpatient Clinics to Early Diagnosis of Chronic Obstructive Pulmonary Disease and Small Airways Disease
Banu Musaffa Salepci, Ayşe Havan, Ali Fidan, Nesrin Kıral, Gülşen Saraç
doi: 10.5152/solunum.2013.018  Pages 100 - 104
Amaç: Sigara içenlerde KOAH’ın erken dönemde saptanması, hastalığın ilerlemesini durdurmak için önemlidir. Çalışmamızda sigara bırakma polikliniğine başvuran hastalarda, KOAH ve küçük havayolu hastalığı (KHYH) sıklığını ve sigara içme alışkanlıkları ile solunum fonksiyon testleri (SFT) arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Sigara bırakma polikliniğine 2002 Nisan-2009 Nisan tarihleri arasında başvuran tüm olgulara sigara içme alışkanlıklarını sorgulayan bir anket ve Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi uygulandı. Solunumsal semptomları sorgulanarak fizik muayeneleri yapıldı. KOAH ve KHYH tanısı SFT ile GOLD kriterlerine göre konuldu. İstatistiksel analizlerde Ki-kare, T-testi ve Pearson korelasyon testleri kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 372 olgunun 200’ü (%53,8) kadın, 172’si (%46,2) erkek, yaş ortalaması, 43,9±11,2 yıl idi. Olgularda sigara içme öyküsü 31,9±18,5 paket.yıl, Fagerstörm nikotin bağımlılık testi skoru ortalama 5,5±2,5 olarak hesaplandı. Olguların 139’unda (%53) efor dispnesi, 120’sinde (%45,7) öksürük ve 68’inde (%26,1) balgam çıkarma şikayeti saptandı. Toplam 60 (%16) olguda KOAH, 122 (%32,7) olguda ise KHYH tanısı konuldu. Yeni tespit edilen KOAH’lı olguların 20’si (%40,9) hafif, 27’si (%55,1) orta, 2’si (%4) ağır derecede idi. Kırk yaş üstünde, erkeklerde ve 30 paket.yıl üstünde sigara içenlerde KOAH ve KHYH anlamlı olarak daha yüksek oranda bulundu (p<0,001). Sigara (paket.yıl) ile FEV1/FVC (r=0,42, p<0,001) ve FEF25-75 (r=0,34, p<0,001) korele bulunmuşken nikotin bağımlılık testi skoru ile korelasyon izlenmedi.
Sonuç: Sigara bırakma polikliniğine başvuran hastalarda özellikle erkek cinsiyette, 40 yaş üstü ve 30 paket.yıl üstünde sigara içenlerde yüksek oranda erken dönem KOAH ve KHYH tespit edildi. Sigara bırakma polikliniklerinin KOAH için önemli bir risk faktörünü ortadan kaldırmanın yanı sıra erken tanıda da önemli rol oynadığı sonucuna varıldı.
Objective: In smoking patients, the early diagnosis of COPD is important in order to stop the progression of the disease. In our study, we aimed to determine the frequency of COPD and small airways disease (SAD) and the relation between the smoking habit and pulmonary function tests in patients who were admitted to our smoking quitting outpatient clinic.
Methods: A questionnaire to determine the smoking habits and Fagerström Nicotine Dependence Test were administered to all patients admitted to the smoking quitting outpatient clinic between April 2002-April 2009. Physical examinations were made and respiratory symptoms were questioned. Patients were diagnosed as COPD and SAD according to the GOLD criteria. In statistical analyses, chi-square test, T-test and and Pearson correlation test were used.
Results: Of the 372 patients included in the study, 200 (53.8%) were women and 172 (46.2%) were men with the mean age of 43.9±11.2 years. The mean history of smoking was 31.9±18.5 packs.year, mean score for Fagerström Nicotine Dependence Test was 5.5±2.5. One hundred and thirty nine (53%) patients had effort dyspnea, 120 (45.7%) had cough and 68 (26.1%) had sputum as complaints. Sixty (16%) patients were diagnosed as COPD and 122 (32.7%) were diagnosed as SAD. Of patients who were newly diagnosed as COPD; 20 (40.9%) were mild, 27 (55.1%) were modarate, 2 (4%) were severe. COPD and SAD were statistically higher in patients over 40 years of age, with a smoking history of over 30 packs.year and in males (p<0.001). A correlation between smoking history (packs.year) and FEV1/FVC ratio (r=0.42, p<0.001) and FEF25-75 (r=0.34, p<0.001) was found. No correlation was found with the nicotine dependence test.
Conclusion: Early stage COPD and SAD were diagnosed in high ratio of patients admitted to smoking quitting outpatient clinic, who were male, over 40 years of age and had a smoking history of over 30 packs.year. It was concluded that smoking quitting outpatient clinics are important, not for only eliminating an important risk factor for COPD, but also for early diagnosis.

7.Working Conditions of Pulmonologists Working in State Hospitals
Tarkan Özdemir, Leyla Yılmaz Aydın
doi: 10.5152/solunum.2013.019  Pages 105 - 108
Amaç: Devlet hastanelerinde (DH) görev yapan Göğüs Hastalıkları Uzmanları’nın çalışma şartlarını ve göğüs hastalıkları hastanesinde (GHH) çalışıyor olmanın bu şartlarda meydana getirdiği farklılıkları ortaya koymak.
Yöntemler: Otuz altı ilde görev yapan 130 göğüs hastalıkları uzmanına anket formları iletildi. Anket formları demografik bilgiler, çalışma yılları, çalışma yükleri, hastanede göğüs hastalıkları branşı ile ilgili olan donanımların mevcut olup olmadığı, konsultasyonlar ve sevk zinciri ile ilişkili 30 sorudan oluşuyordu.
Bulgular: Cevap oranı %65 idi. Katılımcıların %54,1’i GHH’nde çalışmakta idi. %67,1’i çalışma şartlarını iyi buluyordu. Yaz döneminde GHH’nde DH’ne göre daha fazla sayıda poliklinik muayenesi ve yatan hasta takibi yapılıyordu. GHH’de çalışanların %43,5’i, DH’nde çalışanların %73,7’si çalıştıkları hastanedeki göğüs hastalıkları yatak sayısını; GHH’de çalışanların %24,4’ü, DH’nde çalışanların %55,3’ü göğüs hastalıkları ile ilişkili donanımları yetersiz buluyordu (p=0,005 ve p=0,004). Doktorların %51,8’i invaziv mekanik ventilatör, %23,8’i kangazı, %20,2’si noninvaziv mekanik ventilatör, %3,6’sı spirometri, %11,9’u bronkoskopi bulunmayan hastanelerde çalışıyordu. Maligniteler ve yoğun bakım ihtiyacı en sık sevk gerekçelerini oluşturuyordu. Ankete katılanların %35,7’si sevk ettikleri hastanın akıbetinden haberdar değildi. En çok konsültasyon istenen bölüm kardiyoloji, en çok konsültasyona gidilen bölüm ise cerrahi klinikleriydi.
Sonuç: Göğüs Hastalıkları ile ilişkili sağlık hizmeti verilen birimin adı ne olursa olsun; hizmet verilen hasta grubunun yüksek mortalite ve morbidite oranlarına sahip olduğu ve belirgin olarak mevsimsel yoğunlukların yaşandığı dikkate alınarak; yeterli yatak sayısı ve ekipmana sahip olunması gerekmektedir. Göğüs Hastalıkları uzmanlık eğitimi taşrada karşılaşılacak sorunlarla başa çıkabilecek düzeyde ve yeterli donanımı sağlayacak şekilde standardize edilmelidir.
Objective: To examine working conditions of pulmonologists working in State Hospitals (SH) and to determine the differences caused by working in a Chest Diseases Hospital (CDH).
Methods: Questionnaires was sent to 130 pulmonologist working in 36 provinces. The questionnaire consisted of 30 questions about demographic data, years of work, daily work-load, equipment, consultations and referral priorities.
Results: Response rate was 65%. Of the participants 54.1% were working in a CDH. 67.1% of the pulmonologists were found to have good working conditions. The number of outpatient polyclinics and hospitalized patients were higher in CDH than SH in summer period. 43.5% of the participants working in CDH and 73.7% of the participants working in SH reported that the number of pulmonary department beds were insufficient (p=0.005). 24.4% of the participants working in CDH and 55.3% of the participants working in SH reported that equipment was insufficient (p=0.004). Percentages of the doctors working in hospitals who do not have invasive mechanical ventilation, arterial blood gas anaysis, noninvasive mechanical ventilation, spirometry and bronchoscopy were 51.8%, 23.8%, 20.2%, 3.6%, and 11.9%; respectively. Malignancies and the necessity of an intensive care unit were the most common reasons for transfer of patients. 35.7% of the participants were not informed about the outcome of these patients. Most of the consultations obtained from both cardiology and surgical departments, respectively.
Conclusion: Chest disease related health services; regardless of the name of the unit of service; taking high morbidity and mortality rates of the patients and seasonal workload into account; must have adequate equipment and number of beds. Pulmonologist training should be standardized to provide adequate features to deal with problems encountered in the provinces.

8.Retrospective Evaluation of Pulmonary Thromboembolism Patients
Gülbahar Darılmaz Yüce, Ebru Ortaç Ersoy, Recai Ergün, Hikmet Fırat, Sadık Ardıç
doi: 10.5152/solunum.2013.020  Pages 109 - 114
Amaç: Pulmoner tromboemboli (PTE) mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Tedavi edilmemiş PTE’de mortalite %30’dur. Bu çalışmada amacımız kliniğimizde tetkik ve tedavileri yapılmış olan embolili hastaları; semptomları, risk faktörleri, fizik muayene, laboratuvar ve radyolojik bulguları açısından tekrar değerlendirmektir.
Yöntemler: 2001-2006 yılları arasında bir eğitim ve araştırma hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniği’nde PTE tanısı konulmuş hastaların dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. İstatistiksel analizler için SPSS 10,0 programı ile Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 53,4±15,3 olan 41’i kadın, 37’si erkek toplam 78 hasta dahil edildi. En sık risk faktörleri sırasıyla immobilizasyon (%34.6), derin ven trombozu varlığı (%30,7), 65 yaş üzerinde olmak (%28,2) ve cerrahi operasyon öyküsü (%24,3), sık semptomlar ise, göğüs ağrısı (%82,1), dispne (%67,9), taşikardi (%35,9), öksürük ve hemoptiziydi (%24,4). Taşikardi, inspiryum sonu ince raller, derin ven trombozu (DVT) bulguları ve takipne en sık saptanan fizik muayene bulgularıydı. Plevral sıvı 23 hastada (%29,4) tespit edildi. D-dimer düzeyi 52 hastanın 51’inde (%98,1) yüksek tespit edildi. Hastaların 43’üne (%55,1) ekokardiyografi yapılmıştı. En sık bulgu pulmoner hipertansiyondu (%95,3). Bilateral alt ekstremite dopler ultrasonografi (USG) 60 (%76,9) hastaya yapılmıştı ve olguların %40’ında tek taraflı trombüs saptanmıştı. Ventilasyon/perfüzyon (V/Q) sintigrafisi ile hastaların %51,3’üne tanı konulmuştu. Buna karşın olguların %62,8’ine spiral bilgisayarlı tomografi (BT) ile tanı konulmuştu. Hastaların %63,6’sında hipoksemi, %54,5’inde hipokapni ve %4,5’inde hiperkapni mevcuttu. En sık saptanan akciğer grafisi bulguları plevral sıvı (%29,5), konsolidasyondu (%19,2). Olgularımızda elektrokardiyografi (EKG)’de en sık olarak sinüs taşikardisi gözlendi.
Sonuç: Çalışmamızda tespit ettiğimiz tüm bulgular literatür ile benzerlikler gösteriyordu. PTE özellikle risk faktörü olan hastalarda düşünülürse morbidite ve mortalite azaltılabilir.
Objective: Pulmonary thromboembolism (PTE) is a disease with high morbidity and mortality. Mortality is 30% in untreated PTE. The aim of this study is to evaluate retrospectively the PTE patients treated in our clinic for symptoms, risk factors, physical examination, laboratory and radiologic findings.
Methods: The files of PTE patients, diagnosed in the Pulmonary Diseases Department of an Education and Research Hospital between 2001-2006, were evaluated retrospectively. SPSS 10.0 program and Mann-Whitney U Test were used for statistical analysis.
Results: Seventy-eight patients, 41 female 37 male, with a mean age of 53.4±15.3 were included in the study. The most common risk factors were immobilisation (34.6%), presence of deep venous thrombosis (30.7%), age >65 years (28.2%) and the history of surgical operation (24.3%). The common symptoms were chest pain (82.1%), dyspnea (67.9%), tachycardia (35.9%), cough and hemoptysis (24.4%). Tachycardia, end-inspiratory ralles, deep venous thrombosis (DVT) findings and tachypnea were the most common physical examination findings. In 23 patients (29.4%), pleural efusion was detected. D-dimer level was elevated in 51 (98.1%) of 52 patients. Echocardiography was performed in 43 (55.1%) patients. The most common finding was pulmonary hypertension (95.3%). Bilateral lower extremity venous doppler sonography was performed in 60 (76.9%) patients and unilateral thrombus was detected in 40% of them. Of the patients, 51.3% were diagnosed by ventilation/perfusison (V/Q) scintigraphy whereas 62.8% were diagnosed by spiral computed tomography (CT) 63.6% of patients had hypoxemia, 54.5% had hypocapnia and 4.5% had hypercapnia in arterial blood gass analyses. The most common chest x-ray findings were pleural effusion (29.5%) and consolidation (19.2%). Most frequently, sinus tachycardia was detected as an electrocardiography (ECG) finding in our patients.
Conclusion: All the findings of our study were similar to the literature. Morbidity and mortality can be reduced, when the possibility of PTE is kept in mind as a diagnosis, especially in patients with risk factors.

9.Clinical Analysis of 10 Cases with the Novel Influenza A (H1N1) Virus Infection
Nermin Çapan, Sema Canbakan, İrem Yeşiler, Arzu Ertürk, Ruhsar Ofluoğlu, Abdullah Şimşek, Saadet Çakmak, Tuğrul Şipit
doi: 10.5152/solunum.2013.021  Pages 115 - 119
Amaç: Bu makalede 2009 pandemisi esnasında polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile pandemik influenza A (H1N1) virüsü pozitifliği saptanarak kliniğimizde izlenen olguların özelliklerini incelemeyi amaçladık.
Yöntemler: Kliniğimize 21.10.2009-01.12.2009 tarihleri arasında pnömoni ön tanısı ile yatan ve H1N1 pozitifliği saptanan olguların dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Pandemik H1N1 virüsü pozitif olan 10 olgunun 8’i erkek 2’si kadındı. Olguların yaş ortalaması 39,8±14,6 yıl idi. İki olgu hastane personeli olup 4 olguda ek hastalık vardı. En sık karşılaşılan semptom nefes darlığı (%80) iken bunu öksürük (%70), bulantı, kusma ve balgam çıkarma (%30) izliyordu. Olguların üçünde lökositoz ve sedim yüksekliği bulunuyordu. Akciğer filminde 8 olguda pnömonik infiltrasyon izlendi. Hastalar oral oseltamivir ve intravenöz levofloksasin ile tedavi edildi. Üç olguda akut respiratuar distres (ARDS) tablosu gelişti. ARDS gelişen olgulardan biri yaşamını kaybetti.
Sonuç: Çalışmamızda incelenen olguların klinik, laboratur ve radyolojik verileri literatürle uyumlu bulunmuştur. Viral pnömonili hastaların erken tanı ve tedavisi, yakın takibi hayat kurtarıcıdır.
Objective: The aim of the present study was to analyze the features of patients with positive PCR tests for pandemic influenza A (H1N1) virus who were admitted to our clinic during the 2009 pandemic.
Methods: We included ten patients who were hospitalized with the prediagnosis of pneumonia between 21.10.2009-01.12.2009 with positive PCR results for pandemic H1N1 virus, and their files were retrospectively evaluated.
Results: Eight of the 10 patients were male and 2 were female. The mean age of the patients was 39.8±14.6 years. Two of the patients were hospital staff and four patients had comorbidities. The most common symptom was shortness of breath (80%), followed by cough (70%), nausea, vomiting and sputum (30%). Leukocytosis and increased sedimentation rate were detected in only 3 of the patients. In eight cases pneumonic infiltrations were detected in chest roentgenogram. Patients were treated with peroral oseltamivir and intravenous levofloxacin. Three cases progressed to acute respiratory distress syndrome (ARDS). One patient died of ARDS.
Conclusion: In conclusion, close follow-up of patients with viral pneumonia can be life saving.

CASE REPORT
10.Giant Mediastinal Thymolipoma
Ali Çelik, Ertan Aydın, Nurettin Karaoğlanoğlu
doi: 10.5152/solunum.2013.022  Pages 120 - 122
Timolipoma, anterior mediastenin nadir görülen lezyonudur ve tüm timus kaynaklı tümörlerin %2-9’unu oluşturur. Kırk beş yaşında kadın hasta nefes darlığı şikayeti nedeniyle kliniğimize başvurdu. Bilgisayarlı akciğer tomografisinde, sol hemitoraksın tamamınına yakınını dolduran, anteriordan sağ mediastene uzanan, yağ doku dansitesinde kitlesel lezyon izlendi. Sol torakotomi ile kitle total olarak çıkarıldı. Patoloji sonucu timolipoma olarak raporlandı. Timolipoma nadir olarak dev boyutlara ulaşabilir ve nefes darlığı ile karşımıza çıkabilir. Cerrahi eksizyon ile kesin tanı ve tedavi mümkündür.
Thymolipoma is a rarely seen lesion of the anterior mediastinum and constitutes 2-9% of all thymic tumors. A 45 year old female patient was admitted to our clinic with a complaint of shortness of breath. A mass lesion with a fatty tissue density, pervading almost the entire left hemithorax extending anteriorly to the right mediastinum, was observed on the computed tomography of thorax. The mass was totally excised with a left thoracotomy. The pathologic examination was reported as thymolipoma. Thymolipoma may rarely reach a giant size and confronted with the shortness of breath. Definitive diagnosis and treatment are possible with surgical excision.

11.Right Pulmonary Artery Interruption: A Case Report
Zekiye Ruken Yüksekkaya Çelikyay, Çağlar Deniz, Ayşe Yılmaz, Fatih Çelikyay, Orhan Önalan
doi: 10.5152/solunum.2013.023  Pages 123 - 126
Sağ pulmoner arter kesintisi nadir bir konjenital bozukluktur. Bu yazıda, rastlantısal olarak sağ pulmoner arter kesintisi tanısı konulan kadın olgunun klinik ve radyolojik bulguları tartışıldı. Otuz iki yaşındaki kadın olgu terleme, sol tarafta daha fazla olmak üzere göğüs ve sırt ağrısı yakınmaları ile başvurdu. Pulmoner bilgisayarlı tomografi anjiografide, sağ pulmoner arterin, mediastinal kesimi yok iken sağ hiler bölgede milimetrik boyutlu ve retrograt dolduğu düşünülen, kör sonlanan vasküler yapı dikkati çekti. Bronşiyal ve interkostal arterlerden oluşan kollateral vasküler dolaşım mevcuttu. Bu bulgularla hastaya sağ pulmoner arter kesintisi tanısı konuldu. Akciğer grafisinde hilusta pulmoner arter gölgesinin görülemediği durumda, pulmoner arter kesintisinden kuşku duyulmalıdır. Pulmoner bilgisayarlı tomografi anjiografi tanı konulması için yeterli bir görüntüleme yöntemidir.
Right pulmonary artery interruption is a rare congenital disorder. In this article, we discussed the clinical and radiological findings of a woman with right pulmonary artery interruption that was diagnosed incidentally. A 32-year-old female patient was admitted with the complaints of perspiration, chest and back pain more to the left side. Pulmonary computed tomography angiography revealed that there was no mediastinal part of the right pulmonary artery. A millimetric sized-retrograde filled-blind ended vascular structure was seen at the right hilum. There was a collateral arterial circulation formed from bronchial and intercostal arteries. The patient is diagnosed as right pulmonary artery interruption with theese findings. When there was no sign of a pulmonary artery at the hilum on the chest plain radiography, there must be a suspicion of interruption of the pulmonary artery. Pulmonary computed tomography angiography is an adequate imaging method for diagnosis.

12.A Case with Hereditary Haemorrhagic Telengiectasia Who Underwent Transcatheter Embolization for Bilateral Large Pulmonary Arteriovenous Malformations
Kazım Rollas, Ülkü Yılmaz Turay, Yurdanur Erdoğan, Çiğdem Biber, Aydın Yılmaz
doi: 10.5152/solunum.2013.024  Pages 127 - 130
Pulmoner arteryovenöz malformasyon (AVM), pulmoner arteryal sirkülasyondan pulmoner venöz sirkülasyona arada kapiller yatak olmaksızın, direkt bağlantısı olan anormal damarlardır ve nadir görülürler. Otuz altı yaşında erkek hasta, tekrarlayan burun kanaması, sağ taraflı hafif goğus ağrısı ve dudaklarda morarma yakınmaları ile başvurdu. Toraks tomografisinde sağ orta zonda en geniş boyutu 5,5 cm ölçülen ve sol parakardiak arteryovenoz malformasyon olarak yorumlanan lezyonlar mevcuttu. Hastaya Pulmoner anjiografi ile bilateral AVM tanısı konuldu ve her iki taraftaki lezyonlar transkateter embolizasyon ile başarılı bir şekilde tedavi edildi. Arteriyovenöz malformasyonların nadir görülmesi ve dev AVM’ların tedavisinde cerrahiden once embolizasyonun düşünülmesi gerekliliğini vurgulamak amacıyla olgumuzu sunduk.
Pulmonary arteriovenous malformations (PAVMs) are rarely seen direct communications between pulmonary arteries and pulmonary veins, without interposition of a capillary bed. A 36-year-old man was admitted to our clinic with the complaints of recurrent nasal bleeding, right-sided chest pain and purple discoloration of the lips. Computed tomography of the thorax revealed lesions likely to be arteriovenous malformations located at the right middle lobe, 5.5 centimeters in the largest diameter and at the left paracardiac area. He was diagnosed as bilateral PAVMs by pulmonary angiography and these bilateral lesions were treated successfully with transcatheter embolization. This case report is presented because of the rarity of PAVMs and to highlight the success of embolization in the management of large PAVMs.

LETTER TO EDITOR
13.Cardiovascular Risk Factors in Chronic Obstructive Pulmonary Disease
Sinem Güngör, Murat Yalçınsoy, Sevinç Bilgin, Esra Tekiner, Esen Akkaya
doi: 10.5152/solunum.2013.025  Pages 131 - 132
Son yıllarda yapılan çalışmalarda kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ve kardiyovasküler hastalıklar (KVH) arasındaki güçlü ilişkiye dikkat çekilmektedir. KOAH, ateroskleroz için önemli bir risk faktörü iken hava akımlarındaki küçük bir kısıtlanma dahi iskemik kalp hastalıkları için yüksek bir risk faktörüdür. Çalışmamızda KOAH’lı hastalarda kardiyovasküler risk faktörlerini değerlendirdik. 33 olgu çalışmaya alındı ( % 82’si erkek). Ortalama yaş 64±9.5 idi. Sigara alışkanlıklarında %12 olgu aktif içici, %67 olgu bırakmış, %21 olgu sigara içmiyordu. KVH açısından aile öyküsü % 9 hastada vardı. Solunum fonksiyon testlerine bakıldığında; %9 olguda hafif, %30’unda orta, %12’sinde ağır, %49’unda çok ağır hava yolu obstrüksiyonu mevcuttu. Yüksek sistolik ve diastolik kan basıncı sırasıyla %67 ve %52 olguda vardı. Kolesterol %49, trigliserid %15, LDL %54 hastada yüksekti. HDL hastaların %67’sinde düşük bulundu.
Sonuç olarak; Çalışmamızda KOAH’lı olgularda KVH açısından çeşitli risk faktörleri saptandı. Bu iki durum arasındaki ilişki tam olarak anlaşılamamasına rağmen bu konuda yapılacak çalışmalar ileride KOAH’lı hastalarda kardiyovasküler komplikasyonları azaltmaya yönelik yeni tedavi hedefleri sağlayacaktır.
Several reports noticed that there is strong relationship between chronic obstructive pulmonary diseases (COPD) and cardiovasculer diseases (CVD). COPD is an important risk factor for atherosclerosis. Even modest reductions in expiratory flow volumes elevate the risk of ischemic heart diseases. We aim to evaluate risk factors for CVD on patient with COPD. There are 33 patients in this analysis (% 82 male). The average age was 64 ± 9.5 years. Smoking status was current smokers 12%, ex-smokers 67%, non-smokers 21 %. Family history for CVD was 9%. Air flow obstruction degrees were mild 9%, moderate 30%, severe 12%, very severe 49%. High systolic blood pressure and diastolic blood pressure were 67%, 52% respectively. High lipids; cholesterol 49%, triglyceride 15%, LDL 54%, and low HDL 67%.
In conclusion; although the mechanisms responsible for this association remain largely unknown, in our little COPD group have risk factors for CVD. Further studies for this subject may provide potential new therapeutic targets to reduce cardiovascular complication rate in COPD.

14.The Efficiency of Endobronchial Treatment in Typical Carcinoid Tumors
Çağatay Tezel
doi: 10.5152/solunum.2013.026  Pages 133 - 134
editöre mektupta özet girişi yok
editöre mektupta özet girişi yok

15.Insulin Resistance in patients with Obstructive Sleep Apnea Syndrome
Oğuz Köktürk, Asiye Kanbay
doi: 10.5152/solunum.2013.027  Pages 135 - 136
Abstract | Full Text PDF



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale