Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 16 (1)
Volume: 16  Issue: 1 - April 2014
Hide Abstracts | << Back
EDITORIALS
1.Editorial
Benan Çağlayan
Page II

REVIEW ARTICLE
2.Jet, Ultrasonic, and Mesh Nebulizers: An Evaluation of Nebulizers for Better Clinical Outcomes
Arzu Ari
doi: 10.5152/ejp.2014.00087  Pages 1 - 7
Nebülizerler akciğer hastalıklarının tedavisinde aerosol ilaçlarin uygulanması için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Nebulizerler ölçülü doz inhaler (ÖDİ) için gerekli olan el nefes koordinasyonunu gerçekleştiremeyen ya da kuru toz inhaler için ihtiyaç duyulan akım hızını sağlayamayan hastalar için seçilen aerosol cihazlarıdır. Üç tip nebulizer mevcuttur: (1) Jet nebulizer, (2) Ultrasonik nebulizer ve (3) Mesh nebulizer. Bu makalenin amacı piyasada mevcut olan nebulizer tiplerini açıklamak ve onların aerosol ilaç verimindeki etkinliğini değerlendirmektir. Ayrıca bu makale akciğer hastalıklarının nebülizerlerle optimum tedavisi için gerekli olan strateji önerilerinide kapsamaktadır.
For over a century, nebulizers have been commonly used to deliver aerosolized medications in the treatment of patients with pulmonary diseases. They are the aerosol device of choice when patients can not coordinate inhalation and actuation needed for the use of the pressurized metered-dose inhalers (pMDIs) or are not able to provide the necessary inspiratory flow required by the dry powder inhaler (DPI) for effective aerosol drug delivery. Three types of nebulizers exist: (1) jet nebulizers, (2) ultrasonic nebulizers, and (3) mesh nebulizers. The purpose of this paper is to explain the types of nebulizers available on the market and to evaluate their efficiencies in aerosol drug delivery while suggesting strategies for the optimal treatment of patients with pulmonary diseases.

3.Co-occurrence of Chronic Obstructive Pulmonary Disease and Bronchiectasis: Is it a New Phenotype of Chronic Obstructive Pulmonary Disease
Baykal Tülek
doi: 10.5152/ejp.2014.41196  Pages 8 - 12
Bronşektazi ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) patofizyolojik, klinik ve spirometrik açılardan pek çok ortak özelliğe sahiptirler. Yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografi (YÇBT) incelemelerinin artan ve yaygınlaşan kullanımına bağlı olarak bronşektazi, kronik öksürük ve nefes darlığı yakınmaları ile başvuran hastalar daha fazla saptanır hale gelmiştir. Farklı KOAH fenotiplerinin belirlenmesi, hastalığın hem tedavi seçenekleri hem de klinik sonuçları açısından önemlidir. Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı ve bronşektazinin birlikte izlendiği hastalar, daha ağır KOAH ve daha kötü seyir gösteren farklı bir fenotip olabilir. Çok sayıda yazar; KOAH’lı hastalarda artmış inflamasyon, daha uzun ve ağır alevlenmeler, potansiyel patojenik bakterilerle bronş mukozasının daha fazla kolonizasyonu ve en önemlisi daha kötü prognozla ilişki gösteren yüksek bronşektazi prevalansı gözlemişlerdir.
Bronchiectasis and chronic obstructive pulmonary disease (COPD) share many pathophysiological, clinical and spirometric characteristics. Along with the increasing and widespread use of high resolution computed tomography (HRCT) scanning, bronchiectasis has become more detectable in patients presenting with chronic cough and shortness of breath. Identification of different phenotypes of COPD is important in terms of both therapeutic options and clinical outcomes of the disease. Co-occurrence of chronic obstructive pulmonary disease and bronchiectasis might be a different phenotype with more severe COPD and poorer prognosis. Many authors observed high prevalence of bronchiectasis in COPD patients showing association with increased inflammation, more severe and longer exacerbations, higher colonization of bronchial mucosa with potential pathogenic bacteria, and, the most important, with poorer prognosis.

RESEARCH
4.Pleural Fluid and Serum Leptin Levels in the Differential Diagnosis of Pleurisy
Aybüke Kekeçoğlu, Burcu Karaokur, Sibel Yurt, Levent Dalar, Ayşe Filiz Koşar
doi: 10.5152/ejp.2014.91886  Pages 13 - 16
Amaç: Plevral sıvı ile başvuran, henüz tedavi almamış farklı olgu gruplarında (tüberküloza bağlı plevral sıvı, malign plevral sıvı, transüdatif plevral sıvı ve parapnömonik plevral sıvı), serum ve plevral sıvı leptin düzeyinin; hastalık grupları arasında, transüda - eksüda ayrımında ve tüberküloz - non tüberküloz plevral efüzyonlu hasta gruplarındaki tanısal değerini araştırmak.
Yöntemler: Çalışmaya toplam 78 ardışık olgu (32 kadın, 46 erkek) alındı. Olgular, Light kriterlerine göre transüdatif ve eksüdatif plevral efüzyon olmak üzere iki gruba ayrıldı. Eksüdatif sıvılar ise kendi içinde; tüberküloz (TB), nonspesifik (parapnömonik) ve malign plevral sıvı olmak üzere üç gruba ayrıldı. Hastaların tümünde boy ve kilo ölçümü yapılarak, vücut kitle indeksleri (VKİ) hesaplandı. Tüm hastalık gruplarında plevra ve serum leptin düzeyleri ölçülerek tanı değeri araştırıldı.
Bulgular: Hastaların serum ve plevra sıvılarında, leptin düzeyi ile plevral sıvıda adenozin deaminaz (ADA) düzeyi çalışıldı. Tanılara göre gruplandırılan hastaların plevral sıvılarında, serum leptin değerleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p<0,05). Transüda - eksüda ayırımında da ölçülen leptin ve ADA düzeyleri arasında anlamlı olarak fark bulunamadı. Olgular, TB ve TB dışı olarak gruplandığında, serum ve plevra leptin düzeylerinde her iki grup arasında fark saptanmazken, tüberküloz grubu plevra sıvısı ADA düzeyi, diğer gruba göre anlamlı derecede yüksek bulundu. Vücut kitle indeksi ile hem serum hem de plevra leptin düzeyleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon bulundu (sırasıyla r=0,39 ve r=0,42, p<0,001).
Sonuç: Çalışmamız az sayıda olgu içermekle birlikte, serum ve plevra leptin düzeyleri, gerek transüda - eksüda ayırımında, gerekse etyolojik tanıya ulaşmada yeterli olmamıştır. Özellikle tüberküloz plörezilerde anlamlı derecede düşüklük saptandığına yönelik bulgular olsa da, konu ile ilgili daha başka çalışmalara ihtiyaç olduğu açıktır
Objective: To investigate the diagnostic value of serum and pleural fluid leptin levels in the differentiation between transudate and exudate, tuberculosis and nontuberculosis pleural effusion, and different diseases in treatment-naïve patient groups with different diseases that present with pleural fluid (pleural fluid due to tuberculosis, malignant pleural fluid, transudative pleural fluid and parepneumonic pleural fluid).
Methods: The study comprised a total of 78 consecutive cases (32 females and 46 males). The cases were assigned to two groups as transudative and exudative pleural effusion according to Light criteria. Cases with exudative fluid were divided into three groups; tuberculosis (TB), nonspecific (parapneumonic) and malignant pleural fluid. Weight and height were measured in all patients and body mass index (BMI) was calculated. Pleural fluid and serum leptin levels were measured in all disease groups and their diagnostic value was investigated.
Results: Leptin levels were measured in the serum and pleural fluids and adenosine deaminase (ADA) level was studied in the pleural fluids of the patients. No statistically significant difference was determined between leptin levels of patients that were grouped according to their diagnosis (p<0.05). There was also no significant difference between transudate and exudates in terms of leptin and ADA levels. When the patients were grouped as TB and non-TB, no difference was found between the groups in terms of serum and pleural fluid leptin levels, whereas pleural ADA concentration was significantly higher in the tuberculosis group in comparison to the other group. A weak positive correlation was determined between body mass index and serum and pleural leptin levels (r=0.39 and r=0.42 respectively, p<0.001).
Conclusion: Nevertheless the present study included a limited number of patients, serum and pleural leptin levels remained inadequate both in the differentiation between transudates and exudates and in achieving an etiological diagnosis. Despite the results suggesting a significant decrement in tuberculosis pleurisy, it is clear that further studies are needed on this subject.

5.Bronchial Anthracosis - Anthracofibrosis: Potential Causes and Clinical Characteristics
Elif Yılmazel Uçar, Ömer Araz, Metin Akgün, Mehmet Meral, Leyla Sağlam, Hasan Kaynar, Ali Metin Görgüner
doi: 10.5152/ejp.2014.72681  Pages 17 - 20
Amaç: Antrakozis, bronşiyal mukozada siyah pigment birikimiyle karakterizedir. Bronşiyal mukozada destrüksiyon ve deformite yaparak antrakofibrozise sebep olabilir. Bu çalışmada, bronkoskopik olarak antrakozis-antrakofibrozis saptanan olguların altta yatan nedenlerini ve klinik özelliklerini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Çalışmaya 2002-2012 yılları arasında bronkoskopik antrakozis - antrakofibrozis saptanan 109 hasta alındı. Altta yatan nedenler ve klinik özellikler medikal kayıtlar incelenerek analiz edildi. Çalışma retrospektif kohort olarak planlandı.
Bulgular: Çalışmaya, ortalama yaşları 67,8±9,8 (34-85) olan, 52 erkek (%47,7) ve 57 kadın (%52,3) hasta dahil edildi. Hastaların 66’sında (%60,6) biyokütle maruziyeti, 38’inde (%34,9) sigara anamnezi ve 5’inde (%4,5) mesleksel maruziyet mevcuttu. Bronkoskopide; 34 hastada antrakozis, 75 hastada antrakofibrozis saptandı. Sağ üst lob (76 hasta, %69,7) ve sol üst lob (74 hasta, %67,9) en çok etkilenen lokalizasyonlar, öksürük (%58,7) ve nefes darlığı (%49,5) en sık saptanan semptomlardı, bunları göğüs ağrısı (%36,7) takip ediyordu. Radyolojik olarak en sık saptanan bulgular atelektazi (%65,1) ve konsolidasyon (%55) idi. Hastaların, %46,8’inde kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), %24,8’inde pnömoni, %18,3’ünde tüberküloz ve %10,1’inde malignite vardı.
Sonuç: Bronşiyal antrakozis-antrakofibrozis saptanan olgularda en önemli risk faktörü biomass maruziyetidir. Bu hastalar; KOAH, pnömoni, tüberküloz ve maligniteyi içeren çeşitli pulmoner hastalıklar açısından değerlendirilmeli ve takip edilmelidirler.
Objective: Anthracosis is characterized by accumulation of black pigment in the bronchial mucosa. It may cause anthracofibrosis by leading to mucosal destruction and deformity. In the present study, we aimed to investigate the underlying reasons and clinical characteristics of cases, in which anthracosis-anthracofibrosis was detected via bronchoscopy.
Methods: The study comprised of 109 patients, in whom anthracosis –anthracofibrosis was detected by bronchoscopy between 2002 and 2012. Underlying reasons and clinical characteristics of the patients were analysed by reviewing medical records. The study was designed as a retrospective cohort study.
Results: The present study included 52 males (47.7%) and 57 females (52.3%) with a mean age of 67.8±9.8 (34-85) years. Of the patients, 66 (60.6%) had exposure to biomass smoke, 38 (34.9%) had a history of smoking and 5 (4.5%) had occupational exposure. In bronchoscopy, 34 patients were shown to have anthracosis and 75 patients had anthracofibrosis. The right upper lobe (76 patients, 69.7%) and the left upper lobe (74 patients, 67.9%) were the most commonly involved sites; cough (58.7%) and dyspnoea (49.5%) were the most common symptoms, followed by chest pain (36.7%). The most common radiological findings were atelectasis (65.1%) and consolidation (55%). Of the patients, 46.8% had chronic obstructive pulmonary disease (COPD), 24.8% had pneumonia, 18.3% had tuberculosis and 10.1% had malignancy.
Conclusion: Biomass smoke exposure is the most important risk factor for patients with anthracosis-anthracofibrosis. Such patients should be evaluated and followed-up for various pulmonary diseases including COPD, pneumonia, tuberculosis and malignancy.

6.The Relation of Weight Loss with Hyperinflation, Serum Adiponectin, Ghrelin and Leptin Levels in Chronic Obstructive Pulmonary Disease
Özlem Cingözler, Cengiz Özge, Lülüfer Tamer, Hatice Yıldırım, Bahar Taşdelen, Eylem Sercan Özgür, Sibel Atış Naycı, Ahmet İlvan
doi: 10.5152/ejp.2014.71245  Pages REVIEWER LIST - 26
Amaç: Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH), protein-kalori malnütrisyonu ile buna bağlı kilo kaybı geliştiği gösterilmekle birlikte, kilo kaybı nedenleri ve kilo kaybı ile hormonal ve inflamatuar belirteçler arasındaki ilişki net değildir. Çalışmamızın amacı KOAH’lı hastalardaki kilo kaybının nedenlerini, kilo kaybı ile hormonal, inflamatuar belirteçler ve hiperinflasyon arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Yöntemler: Çalışmamıza, Göğüs Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran 60 stabil KOAH’lı hasta ve 20 sağlıklı kontrol alındı. Hastalar vücut kitle indekslerine (VKİ) göre 3 gruba ayrıldı: 1. grup VKİ <20 kg/m2, 2. grup VKİ 20-25 kg/m2 ve 3. grup VKİ >25 kg/m2 olarak belirlendi. Hastalara solunum fonksiyon testleri ve arter kan gazı analizi yapıldı. Serum adiponektin, grelin, leptin, tümor nekroz faktör (TNF) alfa, C-reaktif protein (CRP), prealbümin ve transferrin düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar uygun istatistiksel yöntemlerle değerlendirildi.
Bulgular: Hasta grubu bütün olarak değerlendirildiğinde, leptin ve grelin düzeyleri hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu (p=0,001 ve p=0,003). Serum leptin düzeyi VKİ <20 olan 1. Grupta, diğer KOAH’lı hastalara ve kontrol grubuna göre düşük bulundu (p<0,001). Adiponektin düzeyi VKİ <20 olan grupta, VKİ >25 olan gruba göre daha düşük bulundu (p=0,031). Serum grelin, leptin, adiponektin, TNF-α, prealbümin ve transferrin düzeyleri açısından hiperinflasyonu olan ve olmayan hastalar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı.
Sonuç: Azalmış serum grelin ve leptin düzeyleri, kilo kaybı ile ilişkili idi. Bununla birlikte hiperinflasyon ve hormonal belirteçler arasında ilişki bulunmadı. Bu konunun açıklığa kavuşması için daha ileri çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünüldü.
Objective: Although protein-calorie malnutrition and associated weight loss have been demonstrated in chronic obstructive pulmonary disease (COPD), the reasons for weight loss, as well as the relation of weight loss with hormonal and inflammatory markers is not clear. Therefore, the present study aimed to investigate the reasons for weight loss in COPD patients and the relation of weight loss with hormonal/inflammatory markers and hyperinflation.
Methods: The present study included 60 patients with stable COPD who were admitted to the Chest Diseases Outpatient Clinic and 20 healthy controls. The patients were divided into three groups according to their body mass index (BMI); Group 1: BMI <20 kg/m2, Group 2: BMI 20-25 kg/m2 and Group 3: BMI >25 kg/m2. The patients underwent pulmonary function testing and arterial blood gas analysis. Serum adiponectin, ghrelin, leptin, tumour necrosis factor (TNF) alpha, C-reactive protein (CRP), prealbumin and transferrin levels were measured. The results were evaluated by appropriate statistical methods.
Results: Considering the patient groups together, leptin and ghrelin levels were found to be statistically significantly lower in the patient group (p=0.001 and p=0.003). Serum leptin level was found to be lower in Group 1 with a BMI <20 as compared to the other COPD patients and the control group (p<0.001). Adiponectin level was lower in the group with a BMI <20 as compared to the group with a BMI >25 (p=0.031). No statistically significant difference was determined between the patients with and without hyperinflation in terms of serum ghrelin, leptin, adiponectin, TNF-α, prealbumin and transferrin levels.
Conclusion: Decreased serum ghrelin and leptin levels were associated with weight loss. However, no relation could be identified between hyperinflation and hormonal markers. It was thought that further studies are needed in order to reach a definite conclusion.

7.Clinical Utility of Red Blood Cell Distribution Width Parameter in Patients with Hemodynamically Stable Acute Pulmonary Embolism
Ahmet Cemal Pazarlı, Lütfü Bekar
doi: 10.5152/ejp.2014.64872  Pages 27 - 30
Amaç: Persistan hipotansiyon veya şok ile başvuran akut pulmoner embolisi (PE) olan hastalar yüksek riskli olarak kabul edilir. Hemodinamik olarak stabil akut PE’li hastalar, sağ ventrikül disfonksiyonu ve / veya miyokard hasar biyobelirteçlerinin seviyelerine göre düşük ve orta risk grubu olarak sınıflandırılır. Bu çalışmada, hemodinamik olarak stabil akut PE nedeniyle başvuran hastaların eritrosit dağılım genişliği (RDW) parametresinin klinik yararını araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: 2008-2010 yılları arasında hastanemizde akut PE tanısı konmuş tüm hastalar retrospektif olarak çalışmaya dahil edilmişlerdir. Başvuru sırasında hipotansiyon, malignite öyküsü, kalp yetmezliği ve anemi bulunan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Normotansif akut PE hastaları düşük ve orta risk olmak üzere 2 gruba ayrılmıştır. Bu ayrım ekokardiyografik sağ ventrikül disfonksiyonu, Troponin T pozitifliği, ve NT-proBNP yüksekliği kriterlerine göre yapılmıştır. Düşük ve orta riskli akut PE gruplarında RDW değerleri karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Troponin T, NT-proBNP ve ekokardiyografik bulgular baz alınarak 32 hasta orta riskli, 34 hasta düşük riskli PE olarak değerlendirilmiştir. RDW değerleri orta riskli grupta düşük riskli gruba göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (14.77±0.54‘e karşı 14.09±0.43; p=0.036)
Sonuç: Hemodinamik olarak stabil akut PE hastalarında RDW değerlerinin incelenmesi düşük ve orta riskin belirlenmesinde yardımcı olabilir.
Objective: Patients with acute pulmonary embolism (PE) presenting with persistent hypotension or shock are considered to be high-risk, while hemodynamically stable patients with acute PE are classified as low- or moderate-risk, depending on their right ventricular dysfunction and/or levels of biomarkers indicating myocardial injury. In this study, we assessed the clinical benefits of knowing the red cell distribution width (RDW) parameter in patients with hemodynamically stable acute PE.
Methods: All patients diagnosed with acute PE in our hospital between 2008 and 2010 were retrospectively included in the study. Patients with hypotension, a history of malignancy, heart failure, and/or anemia were excluded. Patients with normotensive acute PE were divided into either a low- or moderate-risk group. This classification was made according to echocardiographic right ventricular dysfunction, positive troponin T, and the level of NT-proBNP. RDW values of low and moderate acute PE risk groups were compared.
Results: Thirty-two patients were assessed as moderate-risk and 34 patients were low-risk PE. RDW values of the moderate-risk group were significantly higher than those of the low-risk group (14.77±0.54 vs. 14.09±0.43; p=0.036, respectively).
Conclusion: Analysis of RDW values can help to determine the low and moderate risk levels of hemodynamically stable patients with acute PE.

8.Infective Exacerbations of Chronic Obstructive Pulmonary Disease with or without Pneumonia
Sami Deniz, Mustafa Hikmet Özhan
doi: 10.5152/ejp.2014.59219  Pages 31 - 35
Amaç: Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) tanısı olan hastalarda, alevlenme sırasında pnömoni varlığının klinik, demografik ve biyokimyasal verilerle ilişkisinin vaka-kontrol grupları olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Prospektif olarak planlanan çalışmaya 3. basamak Göğüs Hastalıkları kliniğinde, 2007-2008 tarihleri arasında, akut alevlenme tanısı ile hastaneye yatırılan ve pnömonisi bulunmayan KOAH’lı hastalar ile pnömoni tanısı konulan KOAH olguları dahil edilmiştir. Yatış sırasında, klinik ve radyolojik bulguları ile pnömoni tanısı konulan hastalar pnömonik alevlenme grubuna (PA), belirgin bir infiltrasyonu olmayan olgular ise non-pnömonik alevlenme grubuna (n-PA) dahil edilmiştir. Tüm hastaların demografik ve biyokimyasal verileri ile solunum fonksiyon testleri ve alevlenme süreleri araştırılmıştır. Elde edilen veriler kategorik değişkenler için ki-kare testi, parametrik değişkenler Student’s t-test kullanılarak karşılaştırılmış, p <0,05 anlamlı kabul edilmiştir. Değişkenler arasındaki ilişkiye pearson korelasyon testiyle bakılmıştır.
Bulgular: Çalışmaya pnömonisi bulunmayan akut alevlenme bulguları taşıyan 30 hasta (23 erkek, 7 kadın; ortalama yaş±SD: 69±7) ile pnömoni tanısı alan 30 KOAH hastası (23 erkek, 7 kadın; ortalama yaş±SD: 69±9) alındı. İki grup arasında yaş, cinsiyet, diyabet varlığı, yıllık alevlenme sayısı ve önceki antibiyotik kullanımı açısından dağılım farkı izlenmemiştir. Pnömoni ile seyretmeyen alevlenme grubunda, içilen sigara miktarı (59±36 paket.yıla karşın 38±37paket.yıl; p<0,05) ve hastalık (KOAH) süresi (15±11 yıla karşın 7,7±8 yıl; p<0,05) daha uzun bulunmuştur. Laboratuvar bulguları içinde C-reaktif protein (CRP), laktat dehidrogenaz (LDH) ve lökosit sayılarında her iki grup arasında fark saptanmazken, pnömonisi olmayan alevlenme grubunun daha düşük 1.saniye zorlu ekspiratuvar volüm (FEV1) değerine (%33,5±10’a karşın %55±19; p<0,05 ) sahip olduğu bulunmuştur.
Sonuç: Birincisaniye zorlu ekspiratuvar volüm (FEV1) yüzdesi daha düşük, hastalık süresi daha uzun ve daha ağır sigara tiryakisi olan KOAH olgularının, pnömoni ile seyretmeyen alevlenmelere daha yatkın olduğu sonucuna varılmıştır.
Objective: It was aimed to evaluate the relation between the presence of pneumonia and clinical, demographic and biochemical data of patients with a diagnosis of Chronic Obstructive Pulmonary Disease (COPD) during exacerbation in case-control groups.
Methods: The present study, which was designed as a prospective study, included COPD cases with or without pneumonia diagnosis, hospitalized between 2007 and 2008 in a tertiary chest diseases clinic for acute exacerbation. Patients that were diagnosed with pneumonia based on clinical and radiological findings at the time of hospitalization were assigned to the pneumonic exacerbation (PE) group and the cases without significant infiltration were assigned to the non-pneumonic exacerbation (n-PE) group. All patients were investigated in terms of demographic and biochemical data, as well as pulmonary function tests and time to exacerbation. Data were compared using chi-square test for categorical variables and student t-test for parametric variables, and a p <0.05 was considered significant. Relation between variables was analysed by Pearson correlation test.
Results: The study included 30 patients (23 males and 7 females; mean age±SD: 69±7 years) with signs of exacerbation without pneumonia and 30 COPD patients (23 males and 7 females; mean age±SD: 69±9 years) with a diagnosis of pneumonia. No difference was determined between the groups in terms of age, gender, presence of diabetes, number of annual exacerbations, and previous antibiotic use. The amount of cigarette smoking (59±36 pack.year versus 38±37 pack.year; p<0.05) was higher and disease duration (COPD) (15±11 years versus 7.7±8 years; p<0.05) was longer in the exacerbation group without pneumonia. Among laboratory findings, whilst there was no difference between the groups in terms of C-reactive protein (CRP), lactate dehydrogenase (LDH) and leukocyte counts, it was observed that forced expiratory volume in 1 second (FEV1) (33.5±10% versus 55±19%; p<0.05 ) was lower in the exacerbation group without pneumonia.
Conclusion: It is concluded that COPD patients who were more serious cigarette addicts, had a lower forced expiratory volume in 1 second (FEV1) and a longer disease duration are more prone to exacerbations without pneumonia.

9.Serum Magnesium Concentration in Children with Asthma
Nevin Hatipoğlu, Hüsem Hatipoğlu, Özden Türel, Çiğdem Aydoğmuş, Nuri Engerek, Serdar Erkal, Rengin Şiraneci
doi: 10.5152/solunum.2014.25993  Pages 36 - 39
Amaç: Astım, çocukluk çağının en sık görülen kronik hastalığıdır. Magnezyum ise insan vücudunda en çok bulunan minerallerden biridir ve astım tedavisinde kullanılmaktadır. Ülkemizde erişkin astımlılarda magnezyumla ilgili çalışmalar varsa da, çocuklarda henüz veri bulunmamaktadır. Bu çalışmada, astımlı çocuklardaki serum magnezyum düzeyleri sağlıklı çocuklarınki ile karşılaştırılmıştır.
Yöntemler: Ocak 2009 ve Ağustos 2010 tarihleri arasında hastanemize başvuran 5-17 yaş arasındaki hafif-orta persistan astımlı çocuklar çalışmaya alındı. Akut astım krizinde olan 50 hastada, stabil astım tedavisi alan 50 hastada, astım tanısı dışında diğer özellikleriyle eş durumda olan ve başka nedenlerle hastanemize başvuran 50 çocuktaki serum magnezyum düzeyine bakıldı. Test Roche-Hitachi Modular P biyokimya analizöründe fotometrik yöntemle yapıldı. Serum Mg normal değerleri 1,59-2,10 mg/dL olarak değerlendirildi ve p<0,05 olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Tüm hastalar, yaş ortalamaları ve cinsiyet dağılımı olarak birbirine benzer özellikte idi. Stabil astım tedavisi gören ve sağlıklı çocuklarda normal aralıktaki değerler sırasıyla 1,89±0,32 ve 1,93±0,34 mg/dL bulunmasına rağmen, akut astım krizine girmiş çocuklarda serum Mg değerleri ortalama 1,62±0,26 mg/dL bulundu. Ancak bu ölçümler normal sınırlarda olmasına rağmen, alt değerlerdeydi (p<0,001).
Sonuç: Etkinliği kesin ispatlanmamış olmakla birlikte, magnezyum akut astım atağında hem intravenöz hem de inhaler formda kullanılmaktadır. Astımlılarda vücut magnezyumundaki değişikliklerin ortaya konması, magnezyumun tedavideki yerinin net olarak belirlenmesinde yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada da gösterildiği gibi, akut atakta serum magnezyum seviyesi eksilme eğilimindedir.
Objective: Asthma is the most common chronic disease of childhood, and magnesium is one of the most frequently found minerals in human body and it is used in the treatment of asthma. Although there are studies on magnesium levels in adult patients with asthma, there is yet no data on the levels of magnesium in children. The present study compared the levels of serum magnesium between the children with asthma and healthy children.
Methods: Children aged between 5 and 17 years with mild-moderate persistent asthma, who were admitted to our hospital between January 2009 and August 2010, were included in the study. Serum magnesium levels were measured in 50 patients with acute asthma attack, in 50 patients receiving treatment for stable asthma, and in 50 children admitted to the hospital for any reason and matched with asthma patients except for the diagnosis of asthma. The test was performed by photometric method using Roche-Hitachi Modular P biochemistry analyzer. The normal range of serum Mg was considered to be 1.59-to-2.10 mg/dL and p<0.05 was considered statistically significant.
Results: All three groups were similar in terms of mean age and gender distribution. Although mean serum magnesium levels were within the normal range in healthy children and in children treated for stable asthma (1.89±0.32 and 1.93±0.34 mg/dL respectively), it was 1.62±0.26 mg/dL in children having an asthma attack, which was within the normal range but close to the lower limit (p<0.001).
Conclusion: Although its efficacy has not been definitely proven, magnesium is used either via intravenous route or as inhaler in acute asthma attack. Knowledge about the changes in body magnesium levels of asthma patients would be a guide for revealing the role of magnesium in the treatment of asthma. As was shown in the present study, magnesium levels tend to decrease in the body during acute attack.

CASE REPORT
10.A Right Atrial Myxoma Mimicking Pulmonary Embolism: A Case Report
Ömer Kaya, Hilal Ermiş, Sinan Türkkan, Zeynep Ayfer Aytemur, Tamer Baysal, Nusret Açıkgöz
doi: 10.5152/ejp.2014.89410  Pages 40 - 43
Miksoma, kalbin en sık görülen primer tümörüdür. Primer kardiyak miksomaların yaklaşık %75’i sol atriyumda yerleşir ve sporadik olmaya meyillidirler. Miksomalar nadiren asemptomatiktir, bazen başvuru semptomları solunumsal hastalıklarla karışabilir.
Polikliniğimize nefes darlığı, göğüs ağrısı şikayeti ile başvuran 29 yaşındaki erkek hastanın pulmoner emboli ön tanısıyla tetkik edilirken, çekilen toraks bilgisayarlı tomografisinde sağ atriyum ve sağ ventrikül içerisinde kontrastlanma göstermeyen yaklaşık 8x4 cm boyutlarda hipodens sınırları belirsiz yer kaplayıcı lezyon görünümü izlendi. Ekokardiyografik inceleme ile miksoma tanısı doğrulanan hastaya intrakardiyak kitle eksizyonu yapıldı.
Olgumuzu, sağ atriyum ve sağ ventrikülde yerleşimli olması nedeniyle ve solunumsal semptomlarla başvuran hastalarda, altta yatan kardiyak bir patolojinin de akılda bulundurulması gerektiğini hatırlatmak açısından sunmayı uygun bulduk.
Myxoma is the most common primary tumour of the heart. Approximately 75% of primary cardiac myxomas are located in the left atrium and tend to be sporadic. Myxomas are rarely asymptomatic and presenting symptoms may sometimes be confused with respiratory diseases.
A 29-year-old male patient was admitted to our outpatient clinic with shortness of breath and chest pain. In the thoracic computed tomography, which was performed for the pre-diagnosis of pulmonary embolism, a hypodense space-occupying lesion, approximately 8X4 cm in size, with irregular margins that did not show contrast enhancement in the right atrium and right ventricle, was identified. The patient, whose diagnosis of myxoma was confirmed by echocardiographic examination, underwent excision of the intracardiac mass.
The present case was deemed to be suitable for presentation since the myxoma was located in the right atrium and right ventricle, as well as to remind that an underlying cardiac pathology should be considered in patients presenting with respiratory symptoms.

11.A Rare Form of Mesothelioma: Malignant Pleural Deciduoid Mesothelioma
Timuçin Alar, Cemal Özçelik, Nihal Kılınç, Ufuk Yılmaz
doi: 10.5152/ejp.2014.80774  Pages 44 - 46
Mezotelyoma, sıklıkla asbest maruziyeti olan yaşlı erkek hastalarda gelişir. Desiduoid mezotelyoma, epiteloid mezotelyomanın nadir bir varyantıdır ve prognozu epiteloid mezotelyomaya göre daha kötüdür. Bu alt tipin önceleri genç kadınların peritonlarında görülmesi ve asbest ile ilişkisinin kesin olmaması nedeniyle bu lezyonların endojen hormonlar ile uyarıldığı düşünülmüştür. Sonraki yıllarda, erkeklerde perikard ve plevrada görülmesinden dolayı asbest ile bu tümörün olası ilişkisi kurulmuştur. Bu yazımızda, asbest maruziyeti olan plevral malign desiduoid mezotelyoma saptadığımız ve cerrahi sonrası kemoterapi ile uzun bir sağkalım sağladığımız 64 yaşındaki bir erkek hastayı aktarıyoruz.
Mesothelioma usually develops in elder male patients that are exposed to asbestos. Deciduoid mesothelioma is a rare variant of epithelioid mesothelioma and has a poorer prognosis than epithelioid mesothelioma. As this subtype was seen in the peritoneum of young females and its relation with asbestos was not definite, these lesions were formerly thought to be stimulated by endogenous hormones. In the subsequent years, a relation was established between this tumor and asbestos since it was seen in the pericardium and pleura of males. In this paper, we present a 64-year-old male patient with asbestos exposure, diagnosed as having malignant pleural deciduoid mesothelioma, in which a long survival was provided with chemotherapy after surgery.

12.Exercise-Induced Elastofibroma Dorsi
Mahmut Tokur, İsmail Cüneyt Kurul, İpek Işık Gönül, Leyla Memiş, Sedat Demircan
doi: 10.5152/ejp.2014.78055  Pages 47 - 49
Elastofibroma dorsi nadir görülen bir yumuşak doku tümörüdür. Genellikle vücudun arka kısımlarında görülen bu kitleler en sık göğüs duvarında, özellikle de subskapular bölgede yerleşir. Manyetik rezonans ve bilgisayarlı tomografi bulgularıyla, histopatolojik inceleme ile lezyonun benign yapısının ortaya konulması hastayı cerrahiden kurtarır. Patogenezi bilinmemektedir fakat öne sürülen mekanizmalardan biri omuz çevresinin tekrarlayan mekanik travmalarıdır. Bu yazıda uzun süre egzersiz (aerobik) yapan 49 yaşındaki bir kadın hastanın sırtından eksize edilen eş zamanlı bilateral elastofibrama sunulmuştur.
Elastofibroma dorsi is a rare, slow-growing tumor-like process. It is typically found in the soft tissue compartment between the inferior scapula and the chest wall of an elderly person. Although its findings in magnetic resonance images and computed tomography usually allow a prospective diagnosis, recognizing the benign nature of the lesion with histopathological evaluation is important to avoid radical surgery. Its pathogenesis is unknown, but one of the postulated mechanisms is repetitive mechanical trauma around the shoulder girdle. We report a synchronously diagnosed bilateral elastofibroma excised from the back of a 49-year-old woman who had doing aerobic exercise for a long time.

13.Congenital Lobar Emphysema Diagnosed in Adult Age: A Case Report
Tayfun Çalışkan, Oğuzhan Okutan, Faruk Çiftçi, Zafer Kartaloğlu, Dilaver Taş, Ersin Demirer
doi: 10.5152/ejp.2014.27136  Pages 50 - 53
Konjenital lober amfizem (KLA), nadir bir konjenital pulmoner malformasyondur ve bir veya birden fazla akciğer lobunun hiperinflasyonu ile karakterizedir. Hastalık, genellikle 6 aylıktan küçüklerde görülmektedir ve erişkin çağda çok nadirdir. Biz, burada erişkin yaşta dispne şikayeti nedeniyle astım tedavisi kullanan; ancak astım tedavisinden fayda görmemesi üzerine anksiyolitik ilaçlar verilen bir KLA olgusunu sunduk. Hastanın tanısı klinik, radyolojik ve sintigrafik olarak kondu. Erişkin yaşta nefes darlığı şikayeti ile doktora başvuran hastaların akciğer grafisinde tek taraflı lokalize havalanma artışı varlığında, nadir görülen bir hastalık olmasına rağmen, KLA ön tanılardan biri olmalıdır.
Congenital Lobar Emphysema (CLE) is a rare congenital pulmonary malformation and it is characterized by hyperinflation of one or more lobes of the lungs. The disease is usually encountered in infants aged less than 6 months and it is very rare in adulthood. Herein, we presented a patient with CLE, who received asthma treatment for dyspnoea complaint in adult age but was switched to anxiolytic medications as no benefit was achieved from asthma treatment. The diagnosis of the patient was made clinically, radiologically and scintigraphycally. Although it is a rarely encountered condition, CLE should be considered among the prediagnosis, in patients with localized unilateral hyperinflation on chest x-ray, presenting with dyspnoea in adult age.

QUIZ
14.A Case of Solitary Pulmonary Nodule that Presented with Chronic Cough: What is Your Diagnosis?
Banu M. Salepci
doi: 10.5152/ejp.2014.09581  Pages 54 - 56
Abstract | Full Text PDF

LETTER TO EDITOR
15.Chronic Obstructive Pulmonary Disease and Anaemia
Ali Fidan
doi: 10.5152/ejp.2014.46873  Pages 57 - 58
Abstract | Full Text PDF



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale