Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 10 (3)
Volume: 10  Issue: 3 - December 2008
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH
1.The relationship between obesity and demographic characteristics, severity of disease and atopy in asthma patients
Fahrettin Talay, Bahar Kurt
Pages 163 - 167
AMAÇ: Bu çalışmada astımlı hastalarda obezite ile cinsiyet, yaş, eğitim durumu, atopi ve hastalık şiddeti arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.
GEREÇ-YÖNTEM: Göğüs Hastalıkları polikliniğimizde astım tanısı konulan 261 hasta çalışmaya alındı. Hastaların vücut kitle indeksi (VKİ) (kg/m2) hesaplandı.
BULGULAR: Bu çalışmadaki astımlıların (195 kadın, 66 erkek) yaş ortalaması 48.4 ± 16.2 idi. Kadın hastalarda erkek hastalara göre obezite sıklığı daha fazla idi (Kadınlarda %44, erkeklerde %23, p= 0.003). Elli yaşın üzerinde ve ilkokul ve daha düşük eğitimli kadın astımlılarda obezite sıklığı daha fazla idi (p<0.001). Astımlılarda obezite ile atopi arasında bir ilişki bulunmadı (p>0.05). Hastalık şiddeti arttıkça obezite sıklığının arttığı saptandı (p<0.001). Astımlı hastalarda spearman korelasyon katsayısında VKİ ile astım şiddeti (r = 0.326, p<0.001) ve yaş (r = 0.361, p<0.001) arasında doğrusal ilişki saptandı. VKİ ile FVC değeri arasında ise negatif ilişki (r = -0.325, p<0.001) saptandı. Multivariate lojistik regresyon analizinde obezite için risk faktörleri şu şekilde bulundu. Elli yaşın üzerinde [odds ratio (OR) = 2.2, 95% confidence interval (CI) = 1.2–4.0], ilkokul ve daha düşük seviyede eğitimli (OR = 2.8, 95% CI = 1.4–5.5), orta persistan astımlı (OR = 5.1, 95% CI = 1.3–19.4) ve ileri persistan astımlı olmak (OR = 5.1, 95% CI = 1.3–21.6).
SONUÇ: Bu çalışmada özellikle düşük eğitimli ve 50 yaş üzerindeki kadın astımlılarda obezite sıklığı daha fazla saptandı. Astım şiddeti arttıkça obezite sıklığı da artmaktaydı. Astım şiddeti ile obezite arasındaki nedensel ilişkinin açıklanabilmesi için daha detaylı çalışmalar yararlı olacaktır.
AIM: In this study we aimed to evaluate the relationship between obesity and gender, age, education status, atopy and severity of disease in asthma patients.
MATERIALS-METHOD: Asthmatics diagnosed in our chest diseases clinic (261 patients) were enrolled to study, and their BMI (kg/m2) were analyzed.
RESULTS: The mean age of asthmatic patients (195 female, 66 male) was 48.4 ± 16.2. Frequency of obesity in female asthmatics was higher than in male asthmatics (in females 44%, in males 23%; p<0.05). In female asthmatics older than 50 years, and in those education level was primary school or lower, frequency of obesity was higher (p<0.001). There was no relationship between obesity and atopy (p>0.05). Severity of disease was found to be correlated with the increase in the frequency of obesity (p<0.001). Also in all patients there was linear relationship in spearman correlation between BMI and asthma severity (r = 0.326, p<0.001) and age (r = 0.361, p<0.001). A negative correlation between BMI and FVC value (r = -0.325, p<0.001) was detected. In the multivariate logistic regression analysis, risk factors for obesity were found to be as follows: Female asthmatics older than 50 years [odds ratio (OR) = 2.2, 95% confidence interval (CI) = 1.2–4.0], education level of primary school or lower (OR = 2.8, 95% CI) = 1.4–5.5, moderate persistent asthma (OR = 5.1, 95% CI = 1.3–19.4), and severe persistent asthma (OR = 5.1, 95% CI = 1.3–21.6).
CONCLUSION: In this study, frequency of obesity in female asthmatics was higher in lower educational level and in age older than 50 years. Severity of disease correlated with frequency of obesity. The causative relation between obesity and severity of asthma needs to be clarified with new and more detailed studies.

2.Assesment of Serum Lipid Values in COPD Patients
Hasan Ergen, Sema Saraç, Atilla Saygı, Zeliha Arslan, Semra Köklü
Pages 168 - 171
Amaç: KOAH dünyadaki en yaygın mortalite ve morbidite nedenlerinden biridir. KOAH hastalarında koroner ateroskleroz insidansının düşük olduğu bilinen bir gerçektir. Bu çalışmadaki amacımız; KOAH’lı hastalarda düşük ateroskleroz insidansının bir nedeninin de düşük plazma lipid seviyeleri olup olmadığını araştırmaktı. Gereç ve yöntem: Temmuz 2004 ile Ağustos 2005 tarihi arasında hastanemizde yatan 100 erkek KOAH‘lı hasta çalışmaya alındı. Kontrol grubu ise aynı yaş grubundan 50 sağlıklı gönüllü idi. Bulgular: Hasta ve kontrol grupları karşılaştırıldığında sigara anamnezi, trigliserid düzeyi, kolesterol düzeyi, HDL/LDL kolesterol düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark tesbit edilmiştir. Sonuç: Serum lipid düzeylerinin KOAH ‘lı hastalarda anlamlı olarak düşük olduğu, bunun da KOAH ‘lılarda koroner ateroskleroz insidansının az görülmesindeki nedenlerden biri olacağı sonucuna varıldı.
Aim: COPD is one of the most common reasons of mortality and morbidity in the world. It is well known that the incidence of coronary atherosclerosis in COPD patients is low. Our aim in this study was to search for low lipid levels in COPD patients and to evaluate it as a reason for lower incidence rates of coronary atherosclerosis. Material and methods: Hundred male patients hospitalized at our hospital between July 2004 and August 2005 were enrolled in the study. Fifty healthy volunteers from the same age group served as the control group. Results: When patients and control groups were compared with respect to smoking history, triglyceride, cholesterol, LDL cholesterol, LDL/HDL levels there was a statistical significance,but the difference was not significant with respect to age and cholesterol levels. Conclusion: We concluded that serum lipid levels were significantly lower in COPD patients and that might be one of the reasons for low incidence of coronary artery disease in COPD patients.

3.Comparison of some characteristics of the tuberculosis patients of Sivas Tuberculosis Dispensary
Ömer Tamer Doğan, Serdar Berk, Sefa Levent Özşahin, Evrim Çakmak, İbrahim Akkurt
Pages 172 - 176
AMAÇ: Tüberkülozda (TB) kitle taramalarının terkedilmiş olmasına karşın temaslı taramaları TB kontrolü için halen önemli bir uygulamadır. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada Sivas Verem Savaş Dispanseri’nde kayıtlı pasif yöntemle bulunmuş 6799 olgu ile temaslı muayenelerinde bulunan 305 olgu cins, yaş, bakteriyolojik tanı, tedavi süresi ve akıbetleri açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Temaslı muayenelerinde bulunan olguların yaş ortalaması 19.5±0.93; pasif yöntemle bulunan olguların yaş ortalaması 34.4±0.21’dir(p<0.001). Pasif yöntemle bulunan olguların %43’ü; temaslı muayenesi ile bulunan
olguların ise %53’ü kadındır(p<0.001). Pasif yöntemle bulunan olguların %83’ü; temaslı muayenesi ile bulunan olguların ise %92.5’i akciğer TB olarak kayıtlıdır(p<0.001). Pasif yöntemle bulunan olguların %12.05’i; temaslı muayenesi ile bulunan olguların %15.41’i yayma (+) olarak kayıtlıdır(p<0.001). Pasif yöntemle bulunan olguların %15’i; temaslı
muayenesi ile bulunan olguların ise %18’i kültür (+) olarak kayıtlıdır(p<0.001). Pasif yöntemle bulunan olguların %37.6’sı akıbeti meçhul, %4’ü nakil, %5.7’si exitus, %50’si tedavi tamamlama olarak raporlanmışken, temaslı muayenesinde bulunan olguların %44’ü akıbeti meçhul, %1.3’ü nakil, %2.95’i exitus, %49’u ise tedavi tamamlama olarak rapor edilmişlerdir(p<0.011). SONUÇ: Temaslı muayene grubunda olguların yaş ortalaması daha düşük ve kadın oranı daha fazladır ve bu sonuçların araştırılması gerektiğini düşünmekteyiz. Temaslı muayenelerinde akciğer TB’nun daha fazla olması bulaş paterni düşünüldüğünde doğaldır. Pasif yöntemle bulunanlarda, temaslı muayenelerinde bulunanlara oranla daha çok klinik-radyolojik tanı konmuştur.
Temaslılarda bulunan hastaların daha az ölmüş olmaları, hastalıklarının daha hafif seyrettiğini düşündürmektedir.
AIM: Mass investigation for tuberculosis (TB) detection had been abandoned many years ago, however, contact tracing is still an important component of TB control. The aim of this study was to investigate the differences of the parameters age, sex, bacteriological status, and outcomes between two diagnostic methods (contact tracing, n=305 and passive method, n=6799). MATERIAL-METHODS: Data source was Sivas Tuberculosis Dispensary register. RESULTS: Mean age was 19.5±0.93 in the contact cases and 34.4±0.21 in the passive method group (p<0.0001). Female ratio in the contact cases was 43%, whereas it was 53% in the passive method cases (p<0.001). Pulmonary TB ratio in the contact cases group was significantly higher than in the passive method cases group (92.5% versus 83%; p<0.001). The ratio of smear (+) reporting in the passive method cases group was 12.05% and in the contact cases group it was 15.41% (p < 0.001). M.tuberculosis culture (+) reporting in the passive method cases group was
15% and in the contact cases group it was 18% (p<0.001). Abandonment, transferred, death and treatment completion had reported 44%, 1.3%, 2.95%, 49% in the contact cases group and, 37.6%, 4%, 5.7%, 50% in the passive method cases group, respectively (p<0.011). Mean age was lower and female ratio was higher in contact cases group. CONCLUSION: PTB reported in contact cases is more than extra pulmonary TB reporting. Clinic-radiological diagnosis was much more reported in patients found by passive method than in contact cases. Relatively few death rates in contact cases appeared to be associated with their mild clinical conditions.

4.Use of Proton Pump Inhibitors and the Risk of Community-Acquired Pneumonia: A Population-Based Case-Control Study
Sinem Ezgi Gulmez, Anette Holm, Henrik Frederiksen, Thøger Gorm Jensen, Court Pedersen, Jesper Hallas
Pages 177 - 183
AMAÇ: Yakın çalışmalar, proton pompa inhibitörlerinin (PPİ) kullanımının, pnömoni riskini artırdığına işaret etmektedir. Bu çalışmada, bu ilişkiyi doğrulama ve risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Çalışmanın tipi ve bölgesi: Danimarka, Funen eyaletine ait veri kullanarak, bir topluma dayalı olgu–kontrol çalışması düzenledik.
Çalışma popülasyonu: Olgular, 2000–2004 yılları arasında herhangi bir hastaneden pnömoni tanısı almış tüm hastalardı (n=7.642). Yaş ve cinsiyet olarak uyumlandırılmış 34.176 kontrol olguları seçildi. PPİ ve diğer ilaçların kullanımına ait veriler, mikrobiyoloji örnekleri, göğüs radyografisi bulguları ve eşlik eden hastalıklar, yerel kayıtlardan elde edildi. Karıştırıcı faktörler, lojistik regresyon analizi ile kontrol edildi.
BULGULAR: PPİ güncel kullanımı ve toplum kökenli pnömoni ilişkisini gösteren düzeltilmiş odds oranı (OO) 1,5 (%95 güven aralığı[GA]; 1,3–1,7) idi. Histamin-2 reseptör antagonistleri (OO, 1,10; %95 GA, 0,8–1,3) ya da PPİ geçmiş kullanımı ile (OO; 1,2; %95, 0,9–1,6) ile bir ilişki bulunmadı. PPİ’lerin yakın zamanda (indeks tarihinden 0–7 gün önce) kullanılmaya başlanması ile daha güçlü bir ilişki bulundu (OO; 5,0; %95 GA 2,1–11,7), ve risk daha uzun süre önce başlamış tedaviye göre azalıyordu (OO; 1,3; %95 GA; 1,2–1,4). Alt grup analizleri, 40 yaş ve daha üstü kişiler için daha yüksek riske işaret etti (OO; 2,3; %95, 1,3–4,0). Doz-yanıt ilişkisi bulunamadı.
SONUÇ: PPİ kullanımı, özellikle yakın zamanda kullanıma başlandığında, toplum kökenli pnömoni riski artışı ile ilişkilidir.
Anahtar kelimeler: Proton pompa inhibitörleri (PPİ), toplum kökenli pnömoni (TKP), olgu-kontrol çalışması, farmakoepidemiyoloji
BACKGROUND: Recently, the use of proton pump inhibitors (PPIs) has been associated with an increased risk of pneumonia. We aimed to confirm this association and to identify the risk factors.
METHODS: We conducted a population-based case-control study using data from the County of Funen, Denmark. Cases (n=7642) were defined as all patients with a first-discharge diagnosis of community-acquired pneumonia from a hospital during 2000 through 2004. We also selected 34,176 control subjects, who were frequency matched to the cases by age and sex. Data on the use of PPIs and other drugs, on microbiological samples, on x-ray examination findings, and on comorbid conditions were extracted from local registries. Confounders were controlled by logistic regression.
RESULTS: The adjusted odds ratio (OR) associating current use of PPIs with community-acquired pneumonia was 1.5 (95% confidence interval [CI], 1.3-1.7). No association was found with histamine2-receptor antagonists (OR, 1.10; 95% CI, 0.8-1.3) or with past use of PPIs (OR, 1.2; 95% CI, 0.9-1.6). Recent initiation of treatment with PPIs (0-7 days before index date) showed a particularly strong association with community-acquired pneumonia (OR, 5.0; 95% 2.1-11.7), while the risk decreased with treatment that was started a long time ago (OR, 1.3; 95% CI, 1.2-1.4). Subgroup analyses revealed high ORs for users younger than 40 years (OR, 2.3; 95% CI, 1.3-4.0). No dose-response effect could be demonstrated.
CONCLUSION: The use of PPIs, especially when recently begun, is associated with an increased risk of community-acquired pneumonia.

5.Evaluation of radiological, bronchoscopic and histopathological features of patients with primary lung cancer
Füsun Şahin, Gülseren Karapınar, Mesut Bayraktaroğlu, Didem Görgün, Pınar Yıldız
Pages 184 - 191
Amaç: Primer akciğer kanserinin radyolojik, bronkoskopik ve histopatolojik özelliklerinin değerlendirmek. Gereç ve yöntem: Kliniğimizde 2005 Ocak-2006 Haziran tarihleri arasında yatıp kanser tanısı almış olan 225 olgu genel olarak değerlendirildi. Bulgular: Çeşitli yöntemler kullanılarak elde edilen son tanıları; 31 küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK), 1 küçük hücreli+
epidermoid kombine, 2 büyük hücreli, 89 küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK)-hücre tipi belirlenemeyen, 73 epidermoid karsinom, 29 adenokarsinom şeklinde idi. Masif plevra sıvısı ile başvuran 5 olgu dışlandığında kalan 220 olgunun 114’ünde kitle santral (%51.8), 106’sında ise periferik (%48.1) olarak belirlendi ve radyolojik olarak değerlendirildiğinde; olguların %56’sında tümör sağ akciğerde ve en çok bilateral üst loblarda olduğu tespit edildi. Radyolojik görünüm olarak hiler dolgunluk, konsolidasyon ve atelektazi KHAK’lerinde daha fazlaydı. 225 hastanın 206’sına tanı amaçlı FOB yapıldı. 54 olguda endobronşial patoloji görülmedi. 72 olguda endobronşial kitle lezyonu, 71 olguda mukozal-submukozal lezyonlar ve 26 olguda ise tek başına dış bası bulguları mevcuttu. Yapılan 206 FOB’un 121’inde tanısal materyal elde edildi. Toplam 112 hastaya TT‹A yapıldı ve 108 olguda tanı elde edildi. Plörezili olanların 6’sında plevra biyopsisi ve/veya sıvı sitolojisi malignite
açısından (+) idi. Bir olguda ise periferik LAP biyopsisi tek tanı yöntemiydi. Diğer yöntemler ile tanı konulamayan 5 olguda ise torakotomi ile sonuç elde edildi. 225 olgunun 62’si (%27.5) operabl olarak değerlendirildi. Sonuç: Sonuç olarak akciğer kanserlerinde ilk sırayı KHDAK (özellikle epidermoid) aldığı, cinsiyet ve sigaranın tümör histopatolojisinde etkili olduğu, radyolojik olarak incelendiğinde tüm akciğer kanserlerinin özellikle üst lobları tercih ettiği, KHAK’lerinin santral olduğu, bronkoskopik olarak endobronşiyal tümör bulgularının daha çok epidermoid karsinomda, mukozal-submukozal infiltrasyonun ise KHAK’inde görüldüğü, başta FOB ve TT‹A’nın en iyi sonuç alınan tanısal işlemler olduğu, tanı anında olguların 2/3’ten fazlasının inoperabilite kriterlerine sahip olduğu görülmüştür.
Aim: The aim of this study was to evaluate the radiological, bronchoscopic and histopathological featuresof patients with primary lung cancer. Material and methods: Two hundred and twenty five patients who were hospitalized between January 2005- June 2006 in our clinic and diagnosed as lung cancer were evaluated. Results: Definitive diagnosis achieved by using various methods were 31 SCLC,1 combined SCLC+epidermoid, 2 large cell carcinoma, 89 indiferentiated cell type NSCLC, 73 epidermoid cell carcinoma, 29 adenocarcinomas. When 5 cases referred with massive pleural effusion are excluded; of 220 cases 114 had centrally (51.8%), 106 had peripherally located
masses. When evaluated radiologically; in 56% of the cases the tumor was in the right lung and the most common sites were bilateral upper lobes. Regarding radiological appearance, hilar enlargement, consolidation and atelectasis were more common in SCLC cases. Of the 225 patients diagnostic fiberoptic bronchoscopy was done in 206. Any endobronchial pathological sign was not seen in 54 cases. Seventy two cases had endobronchial mass lesion, 71 had mucosal-submucosal
lesions and 26 had only extrinsic compression signs. Diagnostic material was acquired in 121 cases out of 206 fiberoptic bronchoscopies done.TTNA was done in totally 112 patients and diagnosis was determined in 108 cases. Among 6 cases with pleural effusions; pleural biopsy and/or fluid cytology was positive in terms of malignancy. In 1 case peripheral LAP biopsy was the only diagnostic method. The result was obtained by thoracotomy in 5 cases that couldn’t be diagnosed by other methods. Sixty two cases (27.5%) among 225 were evaluated as operable. Conclusion: In conclusion;it was seen that NSCLC (especially epidermoid) is the most common lung cancer type.
Gender and smoking is effective in tumor histopathology. When examined radiologically all lung cancer types have tendency to being especially in upper lobes and SCLC cases were centrally located. Bronchoscopically endobronchial tumor signs were more common in epidermoid carcinoma and mucosal-submucosal infiltrations were more commonly seen in SCLC. FOB and TTNA were the best diagnostic methods to be done initially to get results. At the time of diagnosis more than 2/3 of cases had the inoperability criteria.

6.Iatrogenic pneuomothorax due to subclavian catheter application: Analysis of 13 cases
Ufuk Çobanoğlu, Uğur Göktaş
Pages 192 - 197
AMAÇ: Subklavian kateter uygulanması sonrası gelişen pnömotoraksın klinik özelliklerini ve tedavisini değerlendirmek. GEREÇ-YÖNTEM: Ocak 2005-Ekim 2007 tarihleri arasında Göğüs Cerrahisi Kliniğimizde subklaviyan kateter uygulanmasına bağlı iyatrojenik pnömotoraks gelişen 13 olgu retrospektif olarak incelendi. Katater girişimi bir kısım
olgulara operasyon öncesi dönemde, bir kısmına ile klinik ortamında ve çeşitli endikasyonlar nedeniyle uygulanmıştı. Pnömotoraksın tedavisinde gözlem, basit aspirasyon, göğüs tüpü ve cerrahi tedavi uygulanmıştır. BULGULAR: Pnömotoraksa yönelik tedavi girişimleri içerisinde en sık (%76.92) tercih edilen yöntemin tüp torakostomi
olduğu belirlenmiştir. Pnömotoraks derecesi %20’nin altında olan 2 (%15.38) olguda gözlem ve O2 tedavisi uygulanırken, olgulardan sadece birisinde (%7.69)_ hava kaçağının 10 güne kadar uzaması nedeniyle cerrahi girişim gerekli olmuştur. Ossilasyonun negatişeşmesinin uzadığı 2(%15.38) olguda ise talk ile plöredezis sonrası göğüs tüpleri çıkarılmıştır. SONUÇ: Sonuç olarak, morbidite ve mortaliteye neden olabilen iyatrojenik pnömotoraks fark edilerek önlemler alındığında tedavi edilebilir ciddi bir komplikasyondur. Toraksa yönelik kateterizasyonlarda pnömotoraks kliniği gözlenmese bile uygun basınç şartları oluştuğunda tansiyon pnömotoraks gelişebileceği hatırda tutulmalıdır.
Sonuç olarak, morbidite ve mortaliteye neden olabilen iyatrojenik pnömotoraks fark edilerek önlemler alındığında tedavi edilebilir ciddi bir komplikasyondur. Toraksa yönelik kateterizasyonlarda pnömotoraks kliniği gözlenmese bile uygun basınç şartları oluştuğunda tansiyon pnömotoraks gelişilebileceği hatırda tutulmalıdır.
AIM: The aim of this study was to evaluate the clinical priorities and treatment of pneuomothorax due to subclavian catheter application. MATERIAL-METHODS: Thirteen cases of iatrogenic pneumothorax due to subclavian catheter application in Chest
Surgery clinic between January 2005 and October 2007 were reviewed retrospectively. Catheters were applied to some of the patients before the operations and to the others at the clinics for various indications. For the treatment of the pneumothorax, expectant management, simple aspiration, chest tube drainage and surgical treatment were used.
RESULTS: It is defined that tube thoracostomy is most prefered treatment intervention for pneumothorax. Whereas follow up and O2 treatment applied in two cases, surgical intervention needed in one case because air leakage continued for 10 days. Thorax tube was extracted after pleurodesis by talc in two cases whom negative ossilation duration was long. CONCLUSION: Consequently, iatrogenic pneumothorax as a cause of morbidity and mortality is a serious complication which may be treatable if it is noticed and measures are taken. In the catheterizations of thorax, it should be kept in mind that tension pneumothorax may develop when appropriate pressure conditions are formed even though pneumothorax is not clinically evident.

REVIEW ARTICLE
7.The Place Of Photodynamic Therapy (PDT) In The Management Of Early Lung Cancer
Firuz Çelikoğlu
Pages 198 - 205
Fotodinamik tedavi (FDT), ışına hassaslaştırıcı kimyasal bir maddenin intravenöz yoldan verildikten sonra, bu maddenin - absorpsiyon bandına uygun dalga uzunluğunda bir ışın tarafından - aktifleşmesine dayanan endobronşiyal girişimsel bir işlemdir. Halen, lisansı bulunan en fazla denenmiş ışına-hassaslaştırıcı kimyasal madde Photofrin (Porfimer Sodium) ‘dur. Photofrin kullanılarak yapılan klinik araştırmalar bronkoskopik FDT’ nin erken dönem akciğer kanserinde oldukça etkili ve emniyetli bir tedavi metodu olduğunu göstermiştir. Tedaviden sonra görülebilen ışık hassasiyetine bağlı deri reaksiyonlarına (güneş yanığı), hasta önerilen önlemlere riayet ettiği takdirde seyrek rastlanır. FDT, bronş ağacında bronkoskopi muayenesinde görülebilen ve sito/histolojik olarak kesin teşhis konulmuş her evredeki ve hücre tipindeki akciğer kanseri hastasında adjuvan bir tedavi olarak kullanılabilir.

Bu hastaların iki gruba ayrılarak incelenmesi FDT’ nin etkisinin değerlendirilmesi ve endikasyon kararının verilmesi bakımından yararlı olur:

1- İleri evre kanseri olan hastalar: Bu hastalarda FDT semptomların giderilmesi amacı ile uygulanır. Ancak, bu hastalarda laser fotoreseksiyonu veya elektrokoter gibi diğer bir bronkoskopik girişimsel tedavi aynı amaçla kullanılabilir.
2- Genel sağlık sorunu nedeniyle rezeksiyonun mümkün olamadığı erken dönem kanserli hastalar: Erken dönem medikal sebeplerle operasyon yapılamayan akciğer kanserli hastalarda FDT ile uzun bir yaşam süresi sağlana bildiği gösterilmiştir.

Yapılan klinik araştırmalar ile fotodinamik tedavi ve brakiterapi beraber kullanıldığı takdirde birbirinin tamamlayıcısı olduğu gösterilmiştir. FDT Türkiye genelinde pek fazla tanınmamaktadır. Yazıda literatürdeki son araştırmalar gözden geçirilerek Türkiye de fazla tanınmayan FDT nin kullanılma endikasyonları gözden geçirilmiştir.
The Place Of Photodynamıc Therapy (PDT) In The Management Of Early Lung Cancer

Photodynamic therapy (PDT) is an endobronchial interventional procedure which relies upon the excitation of an intravenously administered chemical photo-sensitiser by an appropriate light whose wavelength matches the absorption band of the drug. The clinical trials demonstrated that bronchoscopic PDT is a safe an effective method of therapy for early lung cancer using sensitizers that are currently tried and licensed. Photofrin (Porfimer Sodium) is commonest in use as an intravenously administered chemical photo-sensitizer. Photosensitivity skin reaction (skin burn) should not be a prohibitive factor; its incidence and severity can be reduced to a minimal proportion with effective counseling.
Bronchoscopic PDT is indicated in two groups of patients with bronchoscopically identifiable tumor in the bronchial tree, confirmed of its malignancy by cyto/histology:

1- Patients with advanced disease; the aim of PDT in these patients is palliation of existing or impending symptoms. Such cases should be offered other bronchoscopic treatment such as laser photoresection or electrocotery.
2- Patients with early stage cancer in which resection is impossible because of general health conditions. In these cases, the aim is curative intent and PDT is shown to provide long survival.

The studies also showed that the brachytherapy and photodynamic therapy should be complementary. Currently the PDT has not been recognized widely by general practitioners in Turkey. The purpose of this paper is to review the recent clinical studies in order to demonstrate the efficacy of putting into practice the use of PDT as an adjuvant therapy in the treatment of early lung cancer in Turkey.

CASE REPORT
8.Mediastinal liposarcoma case
Meltem Ağca, Sibel Arınç, Emel Yaldız, Aynur Yılmaz, Asım Kutlu, Turan Karagöz
Pages 206 - 208
Mediastinal liposarkomlar, tüm mediastinal tümörlerin %1’den azını oluşturan malign, primitif mezenşimal tümörlerdir. Prognozları tümörün histolojik alt tipi ve boyutuna bağlı olarak değişir. En önemli tedavi yöntemi cerrahi uygulamalardır. Olgularda metastazdan daha çok lokal nükse rastlanır. Bu makalede kırk yıl sonra mediastende tekrarlamış, nadir bir mediastinal liposarkoma olgusu sunulmuştur.
Mediastinal lyposarcoma is occured less 1% in all malign mesenchimal tumors. Prognosis changes according to hystological type and tumor size. Surgery approach is the most effective treatment. Lokal reccurens is seen more than metastasis. In this paper, rare mediastinal liposarcoma cases who recurrent to mediasten after 40 years is presented.

9.Congenital bronchial atresia: A case report
Ebru Şengül Parlak, Ayşegül Karalezli, Mükremin Er, Selda Kaya, İzzet Selçuk Parlak, Hatice Canan Hasanoğlu
Pages 209 - 213
Konjenital bronşiyal atrezi nadir görülen bir durumdur. Radyolojik olarak genellikle hiler kitle lezyonu ve periferal akciğer alanında havalanma artışı şeklinde görülür. Nefes darlığıyla başvuran 50 yaşındaki erkek hastanın özgeçmişinde 15 yıldır olan astım hikayesi mevcuttu. Tohum temizleme işçiliği yapıyordu. Fizik muayenesinde inspeksiyonda sağ hemitoraksta hacim kaybı mevcuttu, dinlemekle solunum sesleri sağ hemitoraksta daha belirgin olmak üzere bilateral azalmıştı, ekspiryum uzun ve zorluydu. Hastanın çekilen akciğer grafisinde sağ alt zonda düzensiz konturlu dansite artımı mevcuttu. Toraks tomografisinde (BT) tipik olarak sağ akciğer alt lob anterior ve lateral bazal segmentlerde büllöz oluşumlar, sağ alt lob medial ve posterior bazal segment lokalizasyonunda 4.5x3 cm buyutunda solid kitle lezyonu izlendi. Bronkoskopide sağ akciğer orta ve alt lobda anatomik yapıya uygun olmayan daralmış segment orifisleri mevcuttu. Hastamıza mevcut bulgular ışığında konjenital bronşiyal atrezi tanısı konuldu. Radyolojik olarak kitle ile karışabilmesi nedeniyle bu olgu ilgili literatür taranarak sunuldu. Toraks BT incelemesinde kitle görünümünde olan ancak beraberinde periferal akciğerde havalanma artışı ve bül görünümü olan bronşiyal atreziye klinik, bronkoskopik ve toraks tomografik bulgular ile tanı konulabilir ve gereksiz invazif girişimlerden kaçınılmış olur.
Congenital bronchial atresia is a rare disease. Hilar mass lesions and increased aeration are seen in peripheral lung segments on chest x-ray. Fifty years old male patient was admitted to our clinic with dyspnea. He was a seed cleaning worker who had an asthma history for 15 years. In physical examination there was volume loss in right hemithorax. The respiratory sounds were diminished in both lung, but markedly in right. The expirium was prolonged and forcefull. In chest x-ray there
was irregular opacity in right lower zone. Thoracic computed tomography (CT) revealed bullous formations and a 4.5x3 cm sized solid mass in right lung’s lower lobe which is characteristic for bronchial atresia. In bronchoscopy we found narrowed segmental orifice in right middle and lower lobe. The patient was diagnosed as congenital bronchial atresia. As it can be radiologically confused with mass lesions, we present this case with the review of literature.Thoracic CT reveals
mass lesion accompanied by peripheral increase in aeration and bulla formation typically in bronchial atresia. So diagnosis can be done by clinical, bronchoscopic and thoracic CT findings without invasive procedures.

10.Endobronchial involvement of non-Hodgkin lymphoma
Ayperen Kunduracıoğlu, Aydan Çakan, Ayşe Özsöz, Nur Yücel
Pages 214 - 219
Non-Hodgkin lenfomalar davranışı, prognozu ve tedavisiyle farklılık gösteren lenfoproliferatif malignensiler grubuna dahil edilir. Tüm hastalık sürecinde non-Hodgkin lenfomalar özellikle mediasten ve akciğer parankimi olmak üzere torasik yapıları etkileyebilirler. Her ne kadar endobronşiyal Hodgkin lenfomalar nadir olmasa da, endobronşiyal tutulum gösteren non-Hodgkin lenfomalar son derece nadirdir. Bir aydır nefes darlığı, öksürük, balgam çıkarma ve yüksek ateş şikâyetleri mevcut olan 53 yaşındaki erkek hasta hastanemize başvurdu. Özgeçmişinde 7 ay önce laparotomiyle diffüz büyük B hücreli non-Hodgkin lenfoma tanısıyla 6 siklus CHOP tedavisi aldığı öğrenildi. Dispneik, taşipneik, ortopneik, siyanotik olan, el ve ayaklarda çomak parmak saptanan olguda, sol hemitoraksta solunum seslerinde belirgin azalma ve bilateral yaygın ekspiratuvar ronküsler duyuldu. Toraks BT de sol hemitoraksta volüm kaybı, plevral effüzyon, santral kitle, LAP?, mediastende yaygın LAP, sağ hiler LAP ve sağ hemitoraksta mutiple parenkimal nodül formasyonları izlendi. Bronkoskopide sol ana bronşun pembe-beyaz renkte, dokunmakla kolay kanayan vejetan kitleyle tama yakın tıkalı olarak görüldü. Bronkoskopik biyopsi immünohistokimyasal incelemesinde pansitokeratin ve CK7 negatif, CD45 pozitif bulundu ve sonuç “diffüz büyük B hücreli lenfoma” şeklinde rapor edildi. Uygulanan iki kür CEOP kemoterapisi sonrası nefes darlığı, yüksek ateş, öksürük yakınmaları ortaya çıkan ve genel durumu ileri derecede bozulan olgu tedavi edilmekte iken eksitus oldu. Akciğer kanserini taklit eden endobronşiyal tutulumlu non-Hodgkin lenfomalı bu olgu hızlı seyri ve nadir görülmesi nedeni ile sunuldu.
Non-Hodgkin’s lymphomas belong to a group of lymphoproliferative malignencies that differ in behavior, treatment and prognostic patterns. Over the course of the disease, non-Hodgkin’s lymphomas may affect the thoracic structures – especially the mediastinum and the pulmonary parenchyma. Although endobronchial Hodgkin’s disease is not uncommon, endobronchial non-Hodgkin’s lymphoma is extremely rare. We report a case of endobronchial involvement of non-Hodgkin’s lymphoma and make a review of the literature.
A 53 years old man was consulted to our clinic complaining of dyspnea, cough, sputum expectoration and pyrexia for a month. In his history, we attained knowledge of taking 6 cycles of CHOP chemotherapy because of diffuse large B-cell non-Hodgkin lymphoma by explorative laparatomy 7 months ago. We observed dyspnea, tachypnea, orthopnea, cyanosis and clubbing at this case and also auscultation of left hemithorax revealed decreased breath sounds and bilateral expiratory rhonchi. Volume loss of left hemithorax, pleural effusion, central mass, LAP?, diffuse mediastinal LAP, right hilar LAP and multiple nodule formations of right hemithorax were observed by using thorax BT. Bronchoscopy revealed a pink-white coloured left main bronchus obstructed by vegetan, hemorrhagic mass lesion. In immunohystochemical exploration of bronchoscopic biopsy material, we found pancytoceratine and CK7 negative, CD45 positive, consequently diagnosis was reported as “diffuse large B-cell non-Hodgkin Lymphoma”. After two cycles of CEOP chemotherapy, dyspnea, pyrexia and cough occurred. The general situation of the case went bad step by step while taking the treatment for lung abscess + dyspnea and finally he died. We reported this case because of involvement of non-Hodgkin lymphoma acting like a lung cancer is rare and has an aggressive prognosis.

LETTER TO EDITOR
11.
Ondört Yıl Sonra Nüks Eden Endobronşiyal Tipik Karsinoid Tümör Olgusu (1)
Mehmet Ali Bedirhan
Page 220
Abstract | Full Text PDF

NONE
12.
SOLUNUM DİZİN 2008

Pages 221 - 228
Abstract | Full Text PDF



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale