Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 14 (1)
Volume: 14  Issue: 1 - April 2012
Hide Abstracts | << Back
REVIEW ARTICLE
1.Genetic Risk Factors in Chronic Obstructive Pulmonary Disease
Levent Cem Mutlu, Gazi Gülbaş, Hakan Günen
doi: 10.5505/solunum.2012.43799  Pages 1 - 5
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) oluşumunda genetik faktörlerin rolünün önemli olduğu fikri genel olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte, yarım asırdan uzun süredir yapılan birçok çalışmadan α-1 antitripsin eksikliğinin tek başına KOAH’a yol açabileceği bilgisi dışında kesin bir sonuç elde edilememiştir. Elimizdeki veriler ışığında, birçok gen bozuklukları arasındaki etkileşimlerin üstüne eklenen sigara dumanı gibi çevresel faktörlerin KOAH oluşumdan sorumlu olduğu söylenebilir. Şüphesiz gelecekte de KOAH oluşumunda genetik risk faktörleri, üzerinde en fazla çalışılan konulardan biri olmaya devam edecektir.
The role of genetic factors in development of chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is accepted in general. However, other than α-1 antitrypsin deficiency which alone can lead to COPD, the studies performed longer than half a century did not yield any certain result on the genetics of COPD. Regarding the data available, it can be said that addition of environmental factors like cigarette smoking on interrelations between genetic abnormalities are responsible for COPD development. No doubt that the role of genetics on COPD development will continue to be one of the important research issues in future too.

2.Costal Abnormalities
Emine Argüder, Aylin Akın
doi: 10.5505/solunum.2012.99267  Pages 6 - 12
Akciğer grafileri değerlendirilirken kosta anormallikleri gözden kaçabilmektedir. Kostalardaki anormallikler komşu bölgelere ya da sistemik hastalıklara ait bulgular olabilmektedir. Ancak kostaların çok sayıda varyantı olması nedeniyle, saptanan anormalliğin patolojik olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Normal varyantlar genellikle klinik olarak önem taşımazlar ve sıklıkla ya muayene sırasında ya da tesadüfen çekilen akciğer filminde belirlenirler. Anormalliğe işaret eden bulgular kostaların sayısında, boyutunda, mineralizasyonunda ya da şeklinde görülebilir. Bu değişiklikler bölgesel ya da yaygın olabilir. Bu makalede öncelikle kostaların normal radyolojik görünümü, ardından da konjenital kosta anomalileri, travmatik lezyonlar, primer ve metastatik neoplazmalar ile enfeksiyöz durumlar gözden geçirilmiştir.
Costal abnormalities are frequently overlooked in evaluating chest radiograph. They may be evidence of systemic or neighbouring
diseases. However, since there are too many costal variants, whether the detected abnormality is pathologic or not should be clarified. Normal variants are usually clinically insignificant, and often determined during examination or incidental chest radiographs. The findings pointing to abnormalities may be in the number, size, shape, or mineralization of the costae. These changes may be local or widespread. In this article, mainly the normal radiological appearance and also congenital anomalies, traumatic lesions, primary or metastatic neoplasms, infectious diseases of the costae were reviwed.

RESEARCH
3.An Update for Demographics of Lung Cancer Using Data of an Educational Hospital in Istanbul
Gülşah Günlüoğlu, Sedat Altın, Sinem Timur, Zeki Günlüoğlu, Nurdan Şimşek Veske, Ekrem Cengiz Seyhan
doi: 10.5505/solunum.2012.68736  Pages 14 - 17
Giriş: Akciğer kanseri, bütün dünyada hem erkeklerde hem de kadınlarda sık görülen bir kanser türüdür. Bu çalışmada, hastanemizin son beş yıllık verileri kullanılarak İstanbul’da bir eğitim hastanesindeki akciğer kanseri hastalarının yaş ve cinsiyet dağılımı ile ilgili bir değerlendirme yapılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Hastanemizde, 2006-2011 yılları arasında primer akciğer kanseri tanısı konan hastalar tarandı. Hastaların yaş ve cinsiyet bilgileri analiz edildi. Sıklıkların karşılaştırılmasında ki-kare, ortalamaların karşılaştırılmasında tek yönlü ANOVA testi, korelasyon göstermede Spearman testi kullanıldı. p<0,05 düzeyi anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Beş yıllık dönem içinde hastanemizde akciğer kanseri tanısı konan hastaların sayısı 9504’tü ve bu hastaların %86,3’ünü erkekler oluşturuyordu. Hastaların genel yaş ortalaması 61,4±11,4 yıldı ve bu değer erkek hastalar için 61,7±11,1 yıl, kadın hastalar için 59,4±13,4 yıldı. Akciğer kanseri tanısı konan hastaların yaş ortalamaları yıllar ilerledikçe düşmekteydi ve bu düşüş istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Birbirleriyle karşılaştırıldığında, 2008 yılında tanı konan hastaların yaş ortalaması 2007 yılında tanı konanlardan farksızdı ama diğer tüm yıllarda, bir önceki yıla göre hastaların yaş ortalamaları anlamlı şekilde düşüktü. Hastalardan kadın olanların oranı, yıllara göre sırasıyla, %12,3, %12,3, %12,9, %14,6, %16,8 idi. Yıllar ilerledikçe kadın hasta oranında artış görülmekteydi ve bu artış anlamlıydı (p=0,0001). Kadın hasta oranının en düşük olduğu 2006 yılı ile en yüksek olduğu 2010 yılı arasındaki oranda %4,50 düzeyinde bir artış saptandı (p=0,0001).
Sonuç: Hastanemizde tanı konan hastalar arasında kadın akciğer kanserli hasta oranı giderek artmakta buna karşılık hastalık görülme yaşı düşmektedir. Bu sonuçların, ülkemizdeki genel durumu yansıtıp yansıtmadığının anlaşılması için geniş kapsamlı çalışmalarla desteklenmesi gerekmektedir.
Introduction: Lung cancer is very common in both men and women worldwide. In this study, we evaluated retrospectively the distribution of lung cancer in a Training Hospital at Istanbul with respect to sex and age using the patients’ data in the last five years of our hospital archive.
Materials and Methods: Files of patients admitted to our hospital with the diagnosis of lung cancer between 2006-2011 were evaluated. Data about the age and sex of the patients were analysed. Chi square was used for comparison of frequencies and Spearman test was used for assessment of correlations. One way ANOVA was used for the comparison of mean values and p<0.05 was accepted as statistically significant.
Results: In this 5-year period, the total number of patients diagnosed with lung cancer was 9504, of which 86.3% were male. Mean age for the total group was 61.4±11.4 years, while this was 61.7±11.1 years for men and 59.4±13.4 years for women. With the exception of the years 2007 and 2008, when the mean age diagnosed as lung cancer did not differ significantly, the mean age of patients in the rest of the years analaysed were found to be decreasing from one year to the next with statistical significance (p<0.05).The percentage of the female patients from 2006 to 2011 were 12.3%, 12.3%, 12.9%, 14.6% and 16.8%, respectively, showing that percentage of females increasing significantly (p=0.0001) as the years progressed. The difference in the female patient percentage between the years of the lowest and highest incidence (2006 and 2010, respectively) was 4.5% (p=0.0001).
Conclusion: Among the lung cancer patients diagnosed in our hospital, percentage of females increases gradually whereas the age of diagnosis decreases. These results should be supported by further studies in other centers to find out whether they reflect the picture throughout the country.

4.Coexistence of Anemia and COPD as a Systemic Disease
Ali Fidan, Muharrem Tokmak, Nesrin Kıral, Sevda Şener Cömert, Gulşen Saraç, Banu Salepçi, Benan Çağlayan
doi: 10.5505/solunum.2012.30092  Pages 18 - 26
Amaç: KOAH’ın bilinen akciğer dışı sistemik etkilerinden olan aneminin KOAH ile birlikteliğini belirlemek, ek hastalıkların, dispne skorlamasının ve KOAH evresinin anemi ile ilişkisini ortaya koymak.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2008-Aralık 2008 arasında stabil KOAH’lı hastalar çalışmaya alındı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kriterlerine göre anemi (erkeklerde Htc<%39, kadınlarda Htc<%36) ve polisitemi (Htc>%55) belirlendi. Spesifik etyolojisi belirlenemeyenler KOAH’a bağlı anemi olarak kabul edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş, cinsiyet, ek hastalık, VKİ, sigara alışkanlıkları, hemogram değerleri kaydedildi, akciğer grafisi incelendi, solunum fonksiyon testleri, MRC dispne skorlaması yapıldı. İstatistiksel analizlerde ki-kare ve Mann-Whitney U testleri uygulandı.
Bulgular: KOAH tanılı 102 hastanın yaş ortalaması 61,8±10,9 olup, 4’ü (%3,9) kadın, 98’i (%96,1) erkekti. Ortalama VKİ=27,2±5,5, sigara (paket-yıl)=42,4±24,3, Hb: 14,2±1,9g/dL, Htc=%43,3±5,2 bulundu. Solunum fonksiyon testlerinde ortalama FEV1/FVC=51,0±11,0, FEV1 (% beklenen)=55,3±19,0, FVC(L)=2,9±0.9, FVC (% beklenen)=84,9±20,7 olarak saptandı. Hastaların 47’sinde (%46.1) ek hastalık vardı ve en sık sırasıyla hipertansiyon (HT) (n=26, %25,5), koroner arter hastalığı (n=18, %17,6) ile DM (n=11, %10,8) mevcuttu. Anemi 20 (%19,6) hastada bulunmuştu, bunların 14’ünün (%13,7) KOAH’a bağlı anemi olduğu görüldü. Demir eksikliği (n=3) ve aktif kanama (n=3) diğer anemi sebepleriydi. Ek hastalığı olanlarda anemi sıklığı, olmayanlara kıyasla daha yüksekti (%27,6-%12,7, p=0,058). KOAH ile birlikte HT olanlarda, HT olmayanlara kıyasla anlamlı düzeyde sık anemi izlendi (%34,6-%14,4, p=0,026). KOAH evre 3, 4 (GOLD evreleri) hastalarda evre 1, 2 ile karşılaştırıldığında daha sık anemi görüldü (%21,4-%18,3) ancak fark anlamlı değildi. Yine MRC dispne skoru 2-4 hastalarda anemi (%24.4) MRC dispne skoru 0-1 olanlardaki anemiye (%15,0) göre fazlaydı ancak fark anlamlı değildi. KOAH’a bağlı anemi oranları KOAH ağırlık şiddeti ile korele olarak artmaktaydı (evre 1’den evre 4’e sırasıyla %0, %54,5, %87,5 ve %100). KOAH’a bağlı anemi oranı evre 3, 4 KOAH hastalarında evre 1, 2 KOAH’lılara kıyasla daha yüksekti (sırasıyla %88,8-%54,5, p=0,095) Polisitemi ise 5 (%4,9) hastada izlendi. Anemi sıklığı ile spirometrik değerler, akciğer grafi bulguları, VKİ, yaş ve cinsiyet arasında ilişki yoktu.
Sonuç: KOAH’ta anemi beklenmedik ölçüde sıktır. Eşlik eden hastalıklar anemiye neden olabilseler de bir sistemik hastalık olarak KOAH’ın kendisi –özellikle de hastalığın ileri evrelerinde– anemiye neden olabilir.
Aim: To determine coexistence of anemia with COPD and its relation to dyspnea status, severity of COPD and other concomitant diseases.
Materials and Methods: In 2008, 102 stable COPD patients were included in this prospective study. Age, gender, concomitant diseases, BMI, x-ray findings, smoking history. PFTs, WBC-count test and MRC dyspnea scorrings were recorded. Patients classified as anemic by WHO classification (Htc<36% for female, Htc<39% for male) were evaluated, anemia without spesific etiology was considered COPD-related anemia. Chi-squre and Mann-Whitney U tests were used in statistical analysis.
Results: Mean age of 98 (96.1%) male and 4 (3.9%) female patients was 61.8±10.9. Mean values for Hb and Htc were 14.2±1.9 g/dL and 35.1%, respectively. Mean FEV1 (%pred) was 55.3±19.0 and FEV1/FVC was 51.1±11.0. Of cases, 47 (46.1%) had concomitant disease(s), most frequently hypertension (n=26, 25.5%), followed by coronary artery disease (n=18, 17.6%) and diabetes (n=11, 10.8%). Anemia (Htc<36% for female, Htc<39% for male) was found in 20 (19.6%) patiens, of whom 14(13.7%) were found to be COPD related anemia after further evaluation. Iron-deficiency (n=3) and active bleeding (n=3) were other anemia causes. Anemia was present in 27.6% and 12.7% cases with and without concomitant disease(s) respectively (p=0.058). It was significantly more prevalent in COPD patients with hypertension than those without hypertension (34.6% vs. 14.4%, p=0.026). COPD stage-3,4 (GOLD stages) patiens were more frequently anemic (21.4%) compared to stage-1,2 (18.3%), the difference not being statistically significant. Also more dyspneic MRC scale 2-4 patients had more anemia (24.4%) compared to MRC scale 0-1 (15.0%) patients without statistical significance. COPD-related-anemia incidence gradually increased with COPD severity, values being 0%, 54.5%, 87.5% and 100%, respectively, with progress from stage 1 to stage 4. COPD-related anemia incidence was higher in COPD stages 3, and 4 (88.8%) when compared to that in COPD stages 1, and 2 (54.5%; p=0.095). Policythemia was observed in 5 cases (4.9%). There was no demonstrable relationship between anemia and spirometric values, chestx-ray findings, BMI, age or gender.
Conclusion: Anemia is unexpectedly frequent in COPD. Although concomitant diseases are related with anemia, COPD itself may couse anemia especially as the disease reaches advanced stage.

5.Correlates of Fatigue and Weakness in Advanced Lung Cancer Patients
Fisun Karadağ, Şule T. Gülen, Emel Ceylan, Aslıhan B. Karul
doi: 10.5505/solunum.2012.77200  Pages 27 - 33
Amaç: Akciğer kanserli hastalarda yorgunluk problemiyle gittikçe daha fazla karşılaşılmaktadır. Bu çalışmanın amacı küçük hücrelidışı akciğer kanseri (KHDAK) olgularında yorgunluk ve güçsüzlükle ilişkili faktörleri araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Altmış üç ileri evre erkek KHDAK hastası ve yaş ile cinsiyet-uyumlu 25 kontrol çalışmaya dahil edildi. Katılımcıların yorgunluk skorları “3-item fatigue subscale of the European Organization for Research and Treatment of Cancer quality-of-life questionnaire C30” (EORTC QLQ-C30) ile değerlendirildi. Güçsüzlük ölçeği olarak “visual analogue scale” (VAS) kullanıldı.
Bulgular: Kanser olgularının yorgunluk ve güçsüzlük skorları kontrollerden belirgin derecede daha yüksekti. Pozitif akut faz reaktanları CRP, lökosit, ferritin, trombosit ve fibrinojen, KHDAK grubunda kontrollerden yüksekti. TSH (tiroid-uyarıcı hormon), fT3 (serbest triiodotironin) ve testosteron düzeyleri kanser grubunda kontrollerden daha düşüktü ama kortizol düzeyinde farklılık yoktu. Yorgunluk skoru güçsüzlük skoru, kanserin evresi, lökosit ve trombosit sayıları ile pozitif; vücut kitle indeksi, hemoglobin, fT3, albümin ve transferrin ile negatif korelasyon gösteriyordu. Güçsüzlük skoru kanserin evresi ile pozitif; fT3, albümin ve transferrin düzeyleri ile negatif korelasyon gösteriyordu. CRP ile hem yorgunluk, hem de güçsüzlük skorları arasında pozitif korelasyon saptandı. Yorgunluk ve güçsüzlük skorları ile yaş, sigara yükü, lenfosit, kolesterol, ferritin ve fibrinojen düzeyleri arasında korelasyon yoktu.
Sonuç: Yorgunluk ileri evre KHDAK olgularında önemli bir semptomdur ve sistemik inflamatuar yanıtla ilişkilidir. Akciğer kanseri olgularının yorgunluk ve güçsüzlük değerlendirmesini de içeren geniş kapsamlı bir bakıma ihtiyacı vardır.
Aim: Fatigue is increasingly recognized as a troublesome problem in patients with lung cancer. The aim of this study was, therefore, to investigate the correlates of fatigue and weakness with nonsmall cell lung cancer (NSCLC) patients.
Materials and Methods: Sixty three male advanced-stage NSCLC patients and 25 age and sex-matched controls were included in the study. Fatigue scores were evaluated by “3-item fatigue subscale of the European Organization for Research and Treatment of Cancer quality-of-life questionnaire C30” (EORTC QLQ-C30). VAS (visual analogue scale) was used as a measure of weakness.
Results: Fatigue and weakness scores of the cancer patients were significantly higher than the controls. The positive acute phase reactants, i.e., CRP, leucocyte, ferritin, thrombocyte and fibrinogen were higher in NSCLC group than in the controls. TSH (thyroidstimulating hormone), fT3 (free triiodothyronine) and testosterone levels were lower in the cancer group whereas there was no difference in cortisol levels of both groups. Fatigue score was positively correlated with weakness score, stage of the cancer, leucocyte and thrombocyte counts; and was negatively correlated with body mass index, hemoglobin, fT3, albumin and transferrin levels. Weakness score was positively correlated with stage of the cancer and negatively correlated with fT3, albumin and transferrin levels. CRP was positively correlated with both fatigue and weakness scores. Fatigue and weakness scores were not correlated with age, cigarette-burden, lymphocyte, cholesterol, ferritin and fibrinogen levels.
Conclusion: Fatigue is a prominent symptom in advanced NSCLC patients and is related to systemic inflammatory response. Lung cancer patients need a comprehensive care including evaluation of fatigue and weakness.

6.Clinical and Polysomnographic Properties of Patients with Positional Obstructive Sleep Apnea Syndrome
Şebnem Yosunkaya, Kayhan Öztürk
doi: 10.5505/solunum.2012.65477  Pages 34 - 41
Amaç: Obstrüktif uyku apne sendromlu (OUAS) hastalardan, sırt üstü yatış pozisyonunda, yan yatış pozisyonuna göre, apne hipopne indeksi (AHİ) en az iki kat artan veya yan yatış pozisyonunda normalleşen (AHİ<5) hastalar yani “pozisyonel hasta”lar ile sırt üstü yatış pozisyonlarında AHİ’de iki kattan daha az bir artış olan “pozisyonel olmayan” OUAS’li hastaların klinik bulgularının, fizik muayene bulgularının ve polisomnografik özelliklerinin karşılaştırılması.
Gereç ve Yöntemler: 2006-2008 tarihleri arasında kliniğimize başvuran ve polisomnografi (PSG) yapılarak obstrüktif uyku apne sendromu tanısı alan 500 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi; 230 hasta çalışmaya dahil edildi. PSG bulgularına göre hastalar pozisyonel (PH) ve pozisyonel olmayan (POH) olarak gruplara ayrıldı; iki grubun klinik özellikleri, fizik muayene bulguları ve polisomnografik özellikleri belirlendi ve karşılaştırıldı.
Bulgular: İki yüz otuz hastanın 112’si (%48,6) PH idi. PH’ler POH’lerden daha genç, vücut kitle indeksleri ve boyun çevreleri daha düşük hastalardı ve daha hafif dereceli OUAS’ye sahiptiler. PH’lerin %31’inde AHİ yan yatış pozisyonunda 5’in altına iniyordu. Epworth uykululuk skalası ile değerlendirilen gündüz aşırı uyku hali PH grubunda daha hafifti. PH’lerde yıl boyu süren burun tıkanıklığı şikâyeti ve muayenede konka hipertrofisi sıklığı POH’ye göre daha fazlaydı.
Sonuç: Bu çalışmayla, iki yıllık bir süreyi kapsayan hasta kayıtlarımızdan pozisyonel OUAS tanısı alanların temel özelliklerini, hastalığın pozisyonel olup olmamasına göre gruplandırarak belgelemiş olduk. Pozisyonel hastaların bazı klinik, fizik muayene ve polisomnografik bulgularında POH’ye göre farklılıklar tespit edildi.
Aim: “Positional patients” (PP) were patients with obstructive sleep apnea (OSA) whose apnea hypopnea index (AHI) becomes at least twice as high in the supine position as in the lateral position and an AHI that normalizes (AHI<5) in the non-supine position. Non-positional patients (NPP) were characterised by an AHI in the supine position less than twice as high as in the lateral position. In this study we aimed to compare clinical, polysomnographic and physical characteristics of patients with non-positional and positional sleep apnea.
Materials and Methods: Medical records of 500 patients diagnosed with OSA syndrome (OSAS) by polysomnography (PSG) in our clinic, between 2006-2008, were retrospectively reviewed, and 230 of these were included in the study. Patients were separated into two groups according to polisomnographic results as PP and NPP. The clinical, polysomnographic and physical characteristics of the two groups were compared.
Results: 112 of the 230 patients (48.6%) were classified as PP. These were younger, with lower body mass index and neck circumflex and a milder OSAS as compared to the NPP. AHI in 31% of the PP fell below 5 in the lateral recumbent position. Excessive daytime sleepiness (EDS), as assessed by the Epworth Sleepiness Scale, was lighter in the PP group. Also, frequency of complaint from year-long nasal blockage and frequency of finding turbinate hypertrophy were more common in the PP as compared to the NPP.
Conclusion: In this study, basic features of patients diagnosed as positional OSAS over a two-year period were documented by grouping as PP and NPP. Some differences were identified at the physical examination, clinical and polysomnographic features of the positional and non-positional cases.

7.The Role of Conventional Bronchoscopic Procedures in the Diagnosis of Lung Cancer
Aslı Muratlı, Sevgül Kırılmaz, Uğur Gönlügür, Arzu Mirici
doi: 10.5505/solunum.2012.67799  Pages 42 - 46
Amaç: Akciğer karsinomu tanısında bronkoskopik işlemlerin tanı değerini araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde primer akciğer kanseri tanısı alan ve aynı zamanda bronkoskopi yapılan olguların verileri geriye d.nük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, bronkoskopik bulguları, patoloji sonuçları kaydedilerek konvansiyonel bronkoskopik yöntemlerin akciğer kanseri tanısındaki sensitiviteleri hesaplandı. İstatistiksel analizde Pearson korelasyonu kullanıldı.
Bulgular: Ekim 2009-Ekim 2011 arasındaki dönemde kliniğimizde tanı konulan 121 bronş karsinomu olgusunun %93’ü erkekti. Hastaların ortalama yaşı 65 ± 9 idi. Bronkoskopinin akciğer kanserinde tanısal başarısı %91 idi. Bronş biyopsisi ve bronş lavajı kombine edildiğinde tanı oranı %86, bronş biyopsisi ve bronş fırçalama kombine edildiğinde ise tanı oranı %90 idi. Bronş forseps biyopsisi negatif çıkan 18 olgunun sadece birinde bronş lavajı pozitifti. Bu 18 olgunun altısına bronş fırçalama yapılmış ve beşinde (%83) pozitif sonuç çıkmıştı. Direkt tümör bulgusu olanlarda tanı başarısı bronş forseps biyopsisi için %87, bronş fırçalama için %73, bronş lavajı için %28 idi. Bu oranlar indirekt tümör bulgusu olanlarda bronş fırçalama için %63, bronş forseps biyopsisi için %50, bronş lavajı için %16 idi.
Sonuç: Fiberoptik bronkoskopi, akciğer kanseri tanısında en yüksek duyarlılığa sahip araçlardan biridir. Bu çalışmada bronş forseps biyopsisi en yüksek tanı başarısına sahipti. Bronş forseps biyopsisi ve bronş fırçalamanın kombine edilmesi en iyi sonuçları vermektedir.
Aim: To investigate the diagnostic yield of bronchoscopic sampling methods in lung carcinoma.
Materials and Methods: Bronchoscopic data acquired from patients who were diagnosed with primary lung cancer in our clinic were retrospectively analysed. After the registration of the demographic characteristics, bronchoscopic findings and the results of pathological examinations, the sensitivities of conventional bronchoscopic procedures were noted in the diagnosis of lung cancer. Pearson’s correlation analysis was used in statistical analysis of the results.
Results: Ninety-three per cent of 121 cases diagnosed as bronchial carcinoma in our clinic between October 2009 and October 2011 were males. Mean age of the patients was 65±9 (range 44-85) years. Diagnostic yield of bronchoscopy was 91% in lung cancer. Rate of diagnosis was 86% in the combination of bronchial forceps biopsy and bronchial lavage, improving to 90% in the combination of bronchial forceps biopsy and bronchial brushing. Bronchial lavage was positive only in one of 18 patients with negative bronchial forceps biopsy. Whereas five of the six (83%) of these 18 patients who had been given bronchial brushing had a positive result. The diagnostic accuracy of bronchial forceps biopsy, bronchial brushing, and bronchial lavage were 87%, 73%, 28%, respectively, in the patients with direct tumour findings. The diagnostic accuracy was 63% for bronchial brushing, 50% for bronchial forceps biopsy, and 16% for bronchial lavage in patients with indirect tumour findings.
Conclusion: Fiberoptic bronchoscopy is one of the highest sensitive tools for the diagnosis of lung cancer. Bronchial forceps biopsy gave the highest accuracy in this study. The combination of bronchial brushing and bronchial forceps biopsy gives the best results.

CASE REPORT
8.A case of Wegener's Granulomatosis with Hydropneumothorax
Seyfettin Gümüş, Ömer Deniz, Bülent Karaman, Ergün Uçar, İsmail Şimşek, Ergun Tozkoparan, Metin Özkan, Hayati Bilgiç
doi: 10.5505/solunum.2012.29291  Pages 47 - 50
Wegener granülomatozisi (WG) başlıca paranazal sinüsleri, üst solunum yollarını, akciğerleri ve böbreği tutan granülomlarla karakterize, sistemik bir vaskülittir. Radyolojik olarak akciğerlerde solid nodül(ler), kitle(ler) ya da kaviteler gözlenebilir. WG’nin ayırıcı tanısında, benzer radyolojik özellik gösteren akciğer absesi, akciğer kanseri ve akciğer tüberkülozu gibi birçok hastalık vardır. Çok nadiren de kaviter lezyonların ya da nekrotik materyalin plevral boşluğa açılması pnömotoraks ya da hidropnömotoraksa yol açabilir. Literatürde az sayıda hidropnömotoraksa yol açmış WG olgusu olması nedeniyle, hastalığın seyri sırasında hidropnömotoraks gelişen ve cerrahi tedavi olmaksızın iyileşen bir WG olgusunu sunmayı uygun bulduk.
Wegener's granulomatosis (WG) is a systemic vasculitis characterized by granulomas involving mainly paranasal sinuses, upper airways, lungs and kidneys. Solid nodule(s) or mass(es) or caviti(es) might be seen radiologically. Several disases such as lung abscess, lung cancer and pulmonary tuberculosis may be observed in the differential diagnosis of WG. Very rarely, opening of the cavity(ies) or necrotic material into the pleural space may lead to pneumothorax or hydropneumothorax. Since there have been few WG cases with hydropneumothorax in the literature, we have found it appropriate to present a case of WG with hydropneumothorax
healed without any surgical intervention.

9.Factor V Leiden Mutation Accompanying Recurrent Massive Pulmonary Thromboembolism
Gökhan Perincek, Osman Nuri Hatipoğlu, Turan Ege, İbrahim Kara, Şeref Kul
doi: 10.5505/solunum.2012.96977  Pages 51 - 54
Nefes darlığı, sağ bacakta şişlik, fenalaşma şikâyetleriyle acil servise başvuran ve alt ekstremite venöz Doppler ultrasonografisinde derin ven trombozu, bilgisayarlı toraks tomografisinde sol ana pulmoner arter ve her iki taraf segmenter arter dallarında trombüs saptanan 46 yaşında kadın hastada, hipotansiyon gelişmesi üzerine pulmoner emboli tanısıyla streptokinaz infüzyonu başlandı. Trombolitik tedavi sonrası nefes darlığı şikâyeti gerileyen ve hemodinamisi düzelen hastaya antikoagülan tedavi uygulandı. Hastanın takibinin 5. gününde -antikoagülan tedavi altında iken- ani başlayan nefes darlığı, siyanoz ve hipotansiyon gelişmesi üzerine, reküren masif pulmoner tromboemboli ön tanısı ile rt-PA tedavisi uygulandı. Uygulama sonrası hastanın hemodinamisi düzeldi, siyanozu ve nefes darlığı şikâyeti geriledi. Yapılan tetkiklerde hastada heterozigot Faktör V Leiden mutasyonu saptandı. Antikoagülan tedavi ile birlikte vena cava inferior filtresi takıldı. Hasta 3 aydır takibimiz altında yaşamını sürdürmektedir.
A 46-year-old female patient was admitted to the emergency department with the complaints of dyspnea, swelling of the right leg and and feeling of unwell. Deep venous thrombosis was detected at the lower extremity venous Doppler ultrasound and thrombi was detected at the left main pulmonary artery and at the segmental pulmonary arteries bilaterally with the computed tomography of thorax. As hypotension was developed, she was diagnosed with pulmonary thromboembolism and treated with streptokinase infusion. The patient’s complaint of dyspnea decreased and her haemodynamic parameters improved after thrombolytic therapy, and subsequently she underwent anticoagulant therapy. On the fifth day of monotorization, while still under the anticoagulant therapy, the patient suddenly developed dyspnea, cyanosis and hypotension. The rt-PA therapy was adminestered with the pre-diagnosis of recurrent massive pulmonary thromboembolism. After the rt-PA therapy, the patient’s haemodynamics improved, her cyanosis and complaints of dyspnea regressed. Heterozygote Factor V Leiden mutation was detected with examinations. Inferior vena cava filter was placed together with the anticoagulant therapy. The patient has been under our monitoring for 3 months.

10.Sleep Apnea and Epilepsy: A case report
Duygu Özol, Şerife Boynukalın Uğur, Bülent Bozkurt, Zeki Yıldırım, Harun Karaman
doi: 10.5505/solunum.2012.99815  Pages 55 - 58
Uykunun epilepsi, epilepsinin de uyku yapısı üzerinde karmaşık etkileri vardır. Sadece epilepsi hastalığı değil, kullanılan antiepileptik ilaçlar da uykunun doğal mimarisinde ve organizasyonunda değişikliklere yol açabilmektedir. Epileptik nöbetin ortaya çıkması için gerekli olan kortikal uyarılma, uyku sırasında inhibitör mekanizmaların etkinliğinin azalmasıyla kolaylaşmakta, özellikle uykunun NREM evre 1 ve evre 2 dönemlerinde epileptik nöbetler ve interiktal EEG deşarjlar daha kolay ortaya çıkmaktadır. Epilepsi hastalarında uyku latansı ve uyku etkinliğinin azaldığı gösterilmiştir. Bu yazıda uyku apnesi ile epilepsi ilişkisi, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlama yakınmasıyla hastanemize başvuran, 30 yıldır epilepsi tanısıyla izlenen bir olgu üzerinden tartışılacaktır.
There is a complex interaction between sleep and epilepsy. Not just epilepsy but also antiepileptic drugs can affect sleep architecture and can cause changes in sleep organization. As a result of decrease in inhibitor mechanisms during sleep, it becomes easier to produce epileptic seizures in non-REM, stage 1 and 2 by causing cortical excitement and interictal EEG discharges. It has been shown that sleep latency and sleep efficacy were altered in epileptic patients. We will discuss the relationship between epilepsy and sleep apnea by mentioning a case whom had diagnosis of epilepsy for 30 years and were admitted to our sleep unit for excessive daytime sleepiness, witnessed apnea and snoring.



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale