Eurasian J Pulmonol: 15 (3)Volume: 15 Issue: 3 - December 2013 |
|
Hide Abstracts | << Back | REVIEW ARTICLE |
1. | Obesity Hypoventilation Syndrome Duygu Özol, Oğuz Köktürk doi: 10.5152/solunum.2013.028 Pages 137 - 143
Obezite Hipoventilasyon sendromu, obeziteyle birlikte, başka nörolojik, müskuler, mekanik veya metabolik sebep olmadan hiperkapniye yol açan hipoventilasyon, gündüz aşırı uyku hali, uykuda solunum bozukluğu ile karakterize bir durumdur. Dünya ile beraber ülkemizde artan obezite salgınına paralel olarak görülme sıklığı artmaktadır. Beraberinde yol açtığı artmış pulmoner hipertansiyon riski, düşük yaşam kalitesi ile önemli morbidite ve mortalite sebebidir. Bu hastalığın hekimler arasında farkındalığının arttırılması; hastalara erken tanı konup, uygun tedavi verilmesini sağlayacaktır. Obesity hypoventilation syndrome is characterized by obesity, hypoventilation with hypercapnia, somnolence and sleep related breathing disorders in the absence of significant lung, nerological, metabolic or respiratory muscle diseases. The prevalence of this disease increases rapidly both in worldwide and in our country as a result of the increasing trend in obesity. It is an important cause of both mortality and morbidity by causing pulmonary hypertension and low health related life quality. Increasing awareness of this disease in physicians will lead to early diagnosis and suitable treatment. |
|
2. | Anesthesia and Intensive Care Unit Management For Lung Transplantation Zeynep Nilgün Ulukol doi: 10.5152/solunum.2013.029 Pages 144 - 148
Akciğer transplantasyonu, terminal dönemdeki akciğer hastaları için yaşamı devam ettirebilmenin tek yoludur. Transplantasyon adayları ise, genel olarak transplantasyon dışı cerrahi girişimler için kontrendikasyon oluşturacak solunum yetmezliği olan bireylerdir. Bu makalede son yıllarda Ülkemizde de giderek artan sayıda merkezde uygulanan akciğer transplantasyonunda anestezi uygulamaları ve erken dönem yoğun bakım izleminin özellikli yönlerini gözden geçirmeyi amaçladık. Lung transplantation is the unique way to survive for patients who are in the terminal stages of their disease. Candidates for transplantation, however, are individuals with respiratory failure, which constitutes a contraindication to non-transplant surgery in general. In this article we aimed to review the featured aspects of anesthesia application and early intensive care follow-up in lung transplantation which has been performed in an increasing number of centers in our country in recent years. |
|
RESEARCH |
3. | Evaluation of Inhaled Corticosteroid Efficacy by Electron Microscopy in Patients with Chronic Obstructive Pulmonary Disease Çağla Pınar Taştan, Kadriye Mine Erbil, Gülay Ulusal Okyay, Sadık Ardıç doi: 10.5152/solunum.2013.030 Pages 149 - 154
Amaç: İnhale kortikosteroidler, astımlı hastalarda bronşiyal mukozal inflamasyonu azaltırlar. Ancak, kronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda anti-inflamatuar etkinlikleri hakkındaki bilgiler tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı, KOAH’lı hastalarda, inhale kortikosteroidlerin inflamatuar cevabın azaltılmasında etkinliklerinin değerlendirmesidir. Yöntemler: Hafif-orta düzeyde yeni başlangıçlı KOAH tanısı konmuş 14 hasta (1. saniyede zorlu ekspiratuar volumü [FEV1]>beklenen değerin %50’si) prospektif olarak değerlendirmeye alındı. Tüm hastalardan, üç aylık inhale flutikason propionat (günde 2 kez; 500 μg) tedavisi öncesi ve sonrasında bronkoskopik inceleme ile endobronşiyal örneklemeler yapıldı. Histopatolojik inceleme elektron mikroskopisi ile gerçekleştirildi ve uygulanan tedavinin anti-inflamatuar etkileri değerlendirildi. Aynı zamanda, hastaların arter kan gazları ve pulmoner fonksiyonlarındaki değişiklikler de incelendi. Bulgular: İnhale flutikason propionat ile üç aylık tedavinin sonucunda, epitel ödeminin gerilediği, bazal lamina kalınlığının azaldığı, siliyer yapılarda iyileşmenin meydana geldiği, makrofaj ve lenfosit sayılarının belirgin olarak azaldığı gözlendi. Pulmoner fonksiyonların spirometri ile değerlendirmesinde anlamlı düzelme saptanırken, arter kan gazı analizlerinde farklılık izlenmedi. Sonuç: İnhale flutikason propionat tedavisi ile KOAH’lı hastaların endobronşiyal örneklerinde anlamlı anti-inflamatuar etkiler ve pulmoner fonksiyonlarında belirgin düzelmeler sağlanmıştır. Objective: Inhaled corticosteroids definitely alleviate bronchial mucosal inflammation in patients with asthma. Nevertheless, the data regarding their anti-inflammatory effects in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is controversial. The aim of the present study is to assess the efficacy of inhaled corticosteroids in reduction of inflammatory response in patients with COPD. Methods: A total of 14 subjects with the new diagnosis of mild to moderate COPD (forced expiratory volume in one second [FEV1] >50% of predicted value) were prospectively enrolled. Endobronchial sampling with bronchoscopic intervention was performed before and after three months of treatment with inhaled fluticasone propionate (FP) (500 μg twice daily). Histopathological evaluations were performed with electron microscopy and the anti-inflammatory effects of the medicine were evaluated. Differences in arterial blood gas analysis and pulmonary functions were also investigated. Results: Three months treatment with FP revealed regression of the epithelial edema, decrease in the thickness of basal lamina, augmentation of the cilliary structures, reduction in the number of macrophages and lymphocytes in biopsy samples. Significant improvement of pulmonary functions was remarkable in spirometric test results. The difference in arterial blood gas analyses was not significant. Conclusion: Treatment with FP provided significant anti-inflammatory effects on endobronchial tissue samples and remarkable improvement in pulmonary functions in patients with COPD. |
|
4. | The Influence of Anemia on Mortality in Patients with Chronic Obstructive Pulmonary Disease Esra Ünsay Metan, Nuri Tutar, Asiye Kanbay, Hakan Büyükoğlan, Sema Oymak, İnci Gülmez, Ramazan Demir doi: 10.5152/solunum.2013.031 Pages 155 - 162
Amaç: Bu çalışmanın amacı Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı (KOAH) tanısı ile izlenen hastalarda anemi sıklığının ve aneminin yaşam süresi üzerine etkisinin belirlenmesidir. Yöntemler: KOAH tanısı ile 01 Ocak 2004 - 31 Aralık 2008 tarihleri arasında izlenen hastalar, ICD-10 kodları kullanılarak hastane bilgi işlem sistemi veri tabanı aracılığıyla saptandı. Anemi tanısı Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine göre konuldu. Hastalarda KOAH evrelemesi GOLD kriterlerine uygun olarak FEV1/FVC değerlerine göre yapıldı. Mortalite 1 Ocak 2004 ile 1 Ocak 2010 tarihleri arasında herhangi bir tarihte yaşamın kaybedilmesi olarak tanımlandı. Bulgular: Çalışmaya 452 hasta dahil edildi. Hastalardan 222’sinin (%49,1) öldüğü belirlendi. Anemi 145 (%32,07) hastada saptandı. Ölen hastalar ile hayatta kalan hastalar karşılaştırıldığında, yaş, hemoglobin, FEV1 ve %FEV1 değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptandı. Ölen hastaların %76,1’inde ağır ve çok ağır KOAH saptanırken, yaşayan hastalarda bu oran %60,5 idi (p<0,001). Ölen hastalarda solid tümör daha sık saptandı (p<0,001). Anemik hastalar, polisitemik ve normal hemoglobine sahip hastalara göre daha yaşlı bulunurken (p=0,017), her üç hasta grubunda FEV1, %FEV1 ve %FEV1/FVC değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Anemik hastalarda ölüm oranı polisitemik ve normal hemoglobine sahip hastalara göre daha yüksek bulundu (p=0,002). Anemik hastaların %62,8’inde, polisitemik hastaların %72,7’sinde ve normal hemoglobine sahip hastaların %70,3’ünde ağır ve çok ağır KOAH saptanmış olup, her üç grup arasında bu açıdan istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Sonuç: Bu retrospektif çalışmada anemi KOAH hastalarında polisitemiye göre daha sık saptanmış ve anemik hastalarda mortalite oranının arttığı görülmüştür. Ayrıca KOAH hastalarında FEV1 değerleri düştükçe mortalitenin arttığı belirlenmiştir. Objective: The aim of this study was to determine the frequency of anemia and evaluate the impact of anemia on survival in patients with Chronic Obstructive Pulmonary Disease (COPD). Methods: Records of patient followed up with a diagnosis of COPD between 01 January 2004 and 31 December 2008 were extracted from hospital database by using ICD-10 codes. Anemia was diagnosed according to the definitions of the World Health Organization. COPD was staged according to GOLD criteria based on FEV1/FVC levels. Mortality was defined as death at any time from 1 January 2004 to 1 January 2010. Results: A total of 452 patients were included in the study. The 222 (49.1%) patients died. Anemia was detected in 145 (32.07%) of the patients. When death and surviving patients were compared; age, hemoglobin levels, FEV1 and FEV1% were statistically different. Severe and very severe COPD was detected in 76.1% of the dead patients while this rate was 60.5% in patients who survived (p<0.001). Solid tumour was more common in patients who died (p<0.001). Anemic patients were older than polycythemic patients and the normal hemoglobin group (p=0.017), while there were no statistically significant differences for FEV1, FEV1% and FEV1/FEV1%. The mortality rate was higher in patients with anemia than patients with polycythemia and normal hemoglobin level (p=0.002). Severe and very severe COPD were detected in 62.8% of anemic patients, 72.7% of polycythemic patients and 70.3% of the patients with normal hemoglobin. These rates were not statistically different between the three groups. Conclusion: According to the results of this retrospective study, anemia was more prevalent than polycythemia in patients with COPD and the mortality rate was higher in anemic patients. In addition, the mortality rate increased when FEV1 values decreased. |
|
5. | A Different Perspective to the Lateral Chest X-rays of Patients with CWP and CWP+Emphysema: A Comparison of Geometric Morphometric Methods Dündar Kaçar, Aslı Doğan, Çağatay Barut, Vildan Kaçar, Metin Çelikiz doi: 10.5152/solunum.2013.032 Pages 163 - 168
Amaç: Bu çalışma, kömür madenlerinde çalışıp emekli olmuş ve kömür işçisi pnömokonyozu (KİP) tanısı almış hastalarla, KİP ile birlikte kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tanısı almış hastaların lateral akciğer grafilerindeki farklılıkları, geometrik morfometri yöntemiyle ortaya koymak amacıyla yapılmıştır. Yöntemler: Sadece KİP hastalığı bulunan 34 hasta Grup 1, KİP hastalığına ek olarak KOAH tanısı bulunan 32 hasta grup-2 olarak sınıflandırıldı. Grupların lateral akciğer grafileri klasik morfometrik yöntemlere kıyasla çok daha hassas olan geometrik morfometri yöntemi ile araştırılarak değerlendirildi. İlk olarak 66 bireyin lateral akciğer film dosyaları üzerine 11 referans noktası tpsDig2 programı ile işaretlendi. Bu işlem her örnek için tekrarlanarak 66 örneğin referans noktası koordinatlarını içeren birer metin dosyası (txt) oluşturuldu. Txt dosyalarına Morpheus programı ile istatistiksel analizler yapıldı. Bulgular: Grup 1 KİP’li olgular ile Grup 2 KOAH+KİP olguları Manova test sonucuna göre anlamlı olarak farklı bulunmuştur (p<0,05). Deformasyon gridleri incelendiğinde, bu farkın fissüre ait olan 2 referans noktasından (=10 ve 11 nolu referans noktaları) kaynaklandığı açıkça söylenebilir. Sonuç: Çalışmamızda, KİP+KOAH olgularında, sadece KİP tanısı alan olgulara göre fissür trasesinde vertikal eksende anlamlı düzeyde bir sapma (=itilme) olduğu ortaya konulmuştur. Objective: This study was conducted with the aim of evaluating the differences on the lateral chest x-rays of retired male coal workers with coal workers’ pneumoconiosis (CWP) and chronic obstructive pulmonary diseases (COPD) together with CWP by the method of geometric morphometrics. Methods: Thirty four patients with CWP were evaluated as Group 1 and 32 patients with CWP and COPD constituted Group 2. The lateral chest x-rays of both groups were investigated by the method of geometric morphometrics, which is much more sensitive than the traditional morphometric method. First, on the lateral chest film files of 66 individuals, 11 points of reference were marked using the tpsDig2 program. This process was repeated for each case so that a text file (txt) was created, which contained the coordinates of the reference points of 66 individuals. Statistical analysis was performed on the text files using the program Morpheus. Results: There was a significant difference between Group-1 with CWP and Group-2 with CWP+COPD according to the results of the Manova test (p<0.05). By the analysis of deformation grids, this difference seemed to arise mainly from from the two reference points on the oblique fissure (reference points 10 and 11). Conclusion: These findings suggest that in Group 2 patients, there is a deviation (=thrust) of the spectral trace of fissure in the vertical axis according to the Group 1 patients. |
|
6. | The Effect of Proton-Pump Inhibitors on the Frequency and the Course of the Community Acquired Pneumonia Evrim Eylem Akpınar, Derya Hoşgün, Derya Öztuna, Esen Sayın, Esra Büyük, Meral Gülhan doi: 10.5152/solunum.2013.033 Pages 169 - 172
Amaç: Proton pompa inhibitörleri (PPİ) gastrointestinal hastalıklarda etkinliği kanıtlanmış en önde gelen ilaçlardır. Bu ilaçların etkinliği, gereğinden fazla kullanılmalarına ve buna bağlı potansiyel risklere yol açmaktadır. Bu çalışmada kliniğimize yatan toplumda gelişen pnömoni (TGP) hastalarında, PPİ kullanım oranlarını ve PPİ kullanımının pnömoninin seyrine etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntemler: Hastanemiz göğüs hastalıkları kliniğinde pnömoni tanısıyla yatırılan hastalar, PPİ kullanımı açısından sorgulandı. Halen kullanmakta olan, son 3 ay içinde kullanmış olan, hiç kullanmamış olanlar kaydedildi. PPİ kullanım oranları ve PPİ kullanımının, tedavi süresi, hastanede yatış süresi, klinik düzelme, radyolojik düzelme, komplikasyon gelişimi, yoğun bakım gereksinimi ve mortalite üzerine etkisi değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 68 hasta alındı. Hastaların ortalama yaşı 70,7±12,5 idi. PPİ kullanım oranları (halen kullanan, daha önce kullanmış ve hiç kullanmamış) sırasıyla %39, %11,8, %48,5 idi. Halen PPİ kullanmakta olan hastalarda tedavi süresi, hastanede yatış süresi, klinik ve radyolojik iyileşme süresi hiç kullanmamışlara göre daha uzun bulundu (sırasıyla p=0,008, p=0,024, p=0,007, p=0,016). Komplikasyon oranı halen kullanmakta olan hastalarda hiç kullanmamışlara göre daha yüksek orandaydı (%14,8’e karşı %6,1). Sonuç: TGP’li hastaların %39’u halen PPİ kullanmaktaydı. Bu hasta grubunda pnömoni daha ağır seyretmektedir. TGP sıklığını ve morbiditesini azaltmak için PPİ’ların gereksiz kullanımından sakınılmalıdır. Objective: Proton pump inhibitors (PPIs) are the primary drugs with proven efficacy in gastrointestinal diseases. The effectiveness of these drugs causes unneccessary use and potential risks. The aim of the study was to evaluate the rates of PPI use and its effect on the course of the disease in patients with community aqcuired pneumonia (CAP). Methods: The patients who were hospitalized due to pneumonia were asked about the use of PPIs, whether they were a current user, user in the last 3 months or never used. The rates of PPI use and the effect of PPI use on clinical and radiological improvement, duration of treatment and hospitalization, development of complication, need of intensive care unit and mortality were evaluated. Results: Sixty-eight patients were included in the study. The mean age of patients was 70.7±12.5 years. The rates of PPI use (current use, use in 3 months and never used) were as follows: 39%, 11.8% and 48.5% respectively. The duration of treatment and hospitalization, duration of clinical and radiological improvement were found longer in patients who were using PPI currently compared to never used (respectively; p=0.08, p=0.024, p=0.007, p=0.016). The rate of complications was higher in the current users than never users (14.8% vs 6.1%). Conclusion: Thirty-nine percent of the patients with CAP were using PPI currently. The course of pneumonia was more severe in this group. The unneccessary use of PPIs should be avoided in order to decrease the incidence and morbidity of CAP. |
|
7. | Anemia and Systemic Inflammation in Advanced Non-Small Cell Lung Cancer Fisun Karadağ, Şule T. Gülen, Aslıhan B. Karul doi: 10.5152/solunum.2013.034 Pages 173 - 179
Amaç: Önceden tedavi görmemiş ileri evre küçük hücreli-dışı akciğer karsinomlu (KHDAK) bir grup hastada ve sağlıklı kontrol grubunda anemi sıklığını ve sistemik inflamasyonla ilişkisini değerlendirmek için hematolojik değişkenleri ve çeşitli sistemik inflamasyon göstergelerini araştırdık. Yöntemler: Henüz tedavi almamış KHDAK olguları ve kontrol gruplarında hemoglobin (Hb), C-reaktif protein (CRP) de dahil olmak üzere serum akut faz reaktanları (AFR) ve inflamatuvar sitokin (TNF-α, leptin ve osteopontin) düzeyleri ölçüldü. Sonuçlar Pearson’s korelasyon testi ve Mann-Whitney U tesi kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya yaş ortalamaları 65,6±9,8 yıl olan 63 erkek KHDAK olgusu dahil edildi. Aynı yaş grubunda olan 25 sağlıklı gönüllü kontrol grubu olarak alındı.Yirmi beş (%40) KHDAK olgusunda tanı konduğu sırada anemi mevcut idi. Pozitif AFR olan CRP, lökosit, trombosit, ferritin ve fibrinojen düzeyleri KHDAK olgularında kontrol grubundan yüksekti (p<0,001, p=0,042, p<0,001, p=0,009, p<0,001). Serum albümini (negatif bir AFR) kanser grubunda daha düşüktü (p<0,001). Osteopontin kanser grubunda daha yüksek (p<0,001) iken leptin ve TNF-α konsantrasyonlarında fark yoktu. Hb ile hastalığın evresi, olguların performans skorları veya sitokinler arasında ilişki bulunmadı. Serum CRP ve trombosit konsantrasyonları anemisi olan kanser olgularında olmayanlara kıyasla daha yüksekti (p=0,012, p<0,001). Anemik kanser olgularında yine Hb; CRP ve trombosit ile ters, albümin ile doğru orantılı bulundu. Sonuç: Bu bulgular aneminin akciğer kanserinde sık görüldüğünü ve sistemik inflamasyon ile ilişkili olduğunu doğrulamaktadır. Objective: We assessed hematological variables and various mar- kers of systemic inflammation in a population of previously untreated patients with advanced non-small cell lung cancer (NSCLC) and healthy controls to evaluate the frequency of anemia and its correlation with systemic inflammation. Methods: In patients with untreated advanced NSCLC and control subjects, levels of hemoglobin (Hb), serum levels of acute phase reactants (APR) including C-reactive protein (CRP) and inflammatory cytokines (TNF-α, leptin and osteopontin) were assessed. They were analysed by Pearson’s correlation analysis and Mann-Whitney U test. Results: Sixty-three male NSCLC patients with a mean age of 65.6±9.8 years were admitted to the study and 25 male healthy volunteers of the same age range were admitted as the control group. Twenty-five (40%) NSCLC patients had anemia during diagnosis of lung carcinoma. Positive APR CRP, leucocyte, thrombocyte, ferritin and fibrinogen were higher in the NSCLC group than the controls (p<0.001, p=0.042, p<0.001, p=0.009, p<0.001). Serum albumin (which is a negative APR) was lower in the cancer group (p<0.001). Osteopontin was higher in the cancer group (p<0.001) but there were no difference in leptin and TNF-α concentrations. There was no correlation between Hb and stage of the disease, performance score of patients or cytokines. Serum CRP and thrombocyte concentrations were higher in cancer patients with anemia than those without anemia (p=0.012, p<0.001). In the anemic subgroup of lung cancer patients, again Hb inversely correlated with CRP and thrombocyte and positively correlated with albumin. Conclusion: This evidence confirms that anemia is common in lung cancer and its presence is related to systemic inflammation. |
|
8. | Procalcitonin: Is It a Useful Biomarker for Diagnosis and Differential Diagnosis of Sarcoidosis? Ömer Araz, Elif Yılmazel Ucar, Aslıhan Yalçın, Fikriye Kalkan, Mehmet Meral, Metin Görgüner, Metin Akgün doi: 10.5152/solunum.2013.035 Pages 180 - 183
Amaç: Prokalsitoninin (PCT) sarkoidoz tanısında ve sarkoidoz ile tüberkülozun ayırıcı tanısında kullanılıp kullanılmayacağını belirlemeyi amaçladık. Yöntemler: Çalışmaya histopatolojik olarak tanı konulmuş, tedavi almamış 35 sarkoidoz hastası ile, bakteriyolojik veya histopatolojik olarak tanı konulmuş 23 yeni tüberküloz olgusu alındı. Demografik veriler, anemnez, laboratuvar verileri - prokalsitonin (PTC), C-Reaktif protein (CRP), beyaz küre (WBC), sedimentasyon (ESR) ve klinik bulgular kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya 58 hasta alındı. Hastaların 23’ü (%39,7) erkek, 35’i (%60,3) kadın idi. Yaş ortalaması sarkoidoz grubunda 42,6±14,1, tüberküloz grubunda 47,9±15,9 idi. Hastalarımızın otuz beşi (%60,3) sarkoidoz ve 23’ü (%39,7) tüberküloz tanılı idi. Tüberküloz tanısı 15 hastada balgam yayma ve kültürü ile 8 hastada lenf nodu biyopsisi ile kondu. Sarkoidoz hastalarının 20’sinde tanı mediyastinoskopi,15’inde transbronşiyal biyopsi (TBB) ile kondu. PCT düzeyi için sarkoidoz ve tüberküloz arasındaki istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0,226). Ayrıca sarkoidozun evreleri ile prokalsitonin arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu (p=0,873). Sonuç: Prokalsitoninin sarkoidoz tanısı ve tüberküloz ile ayırıcı tanısında biyobelirteç olarak bir öneminin olmadığını saptadık. Objective: We aimed to investigate whether procalcitonin (PCT) is a useful biomarker for diagnosis of sarcoidosis and differentiate it from tuberculosis (TB). Methods: Thirty-five histopathologically-verified sarcoidosis patients with no previous treatment and 23 tuberculosis patients, who were diagnosed bacteriologically or histopathologically, were included in the study. Demographic data, clinical history, laboratory findings-serum procalcitonin (PCT) level, C-reactive protein (CRP), white blood cell (WBC) and erythrocyte sedimentation rate (ESR) and clinical findings were recorded. Results: Fifty-eight patients were included in the study. Twenty-three (39.7%) were male; 35 (60.3%) were female. Mean age was 42.6±14.1 and 47.9±15.9 years in sarcoidosis and TB groups respectively. Thirty-five (60.3%) had diagnoses of sarcoidosis and 23 (39.7%) TB. Of patients with TB; 15 were diagnosed via smear and culture while 8 were diagnosed via lymph node biopsies. Of patients with sarcoidosis; 20 were diagnosed with mediastinoscopy and 15 with transbronchial biopsies (TBB). There was no statistically significant difference for serum PCT level between sarcoidosis and tuberculosis (p=0.226). Additionally, PCT had no significant relationship with stages of sarcoidosis (p=0.873). Conclusion: We estabilished that PCT is not a reliable biomarker neither diagnose of sarcoidosis nor differentiate it from TB. |
|
CASE REPORT |
9. | Pulmonary Arteriovenous Malformation: Two Cases Ersin Arslan, Maruf Şanlı, Ahmet Ferudun Işık, Bülent Tunçözgür, Levent Elbeyli doi: 10.5152/solunum.2013.036 Pages 184 - 186
Pulmoner arteriyovenöz malformasyonlar (PAVM) pulmoner arter ve venler arasında anormal bağlantılar ile karakterize pulmoner vasküler sistemin nadir görülen anomalileridir. Kliniğimizde opere ettiğimiz pulmoner arteriyovenöz malformasyon tanılı 2 olguyu nadir olması nedeniyle sunduk. Olgularımızdan biri dispne, çomak parmak ve polisitemisi olan 14 yaşında erkekti. PAVM tanısı pulmoner anjiografi ile konuldu. İkinci olgu hemoptizisi olan 9 yaşında erkekti. İki olguda da PAVM sağ üst lob anterior segment yerleşimliydi. Olgulara segmentektomi ve wedge rezeksiyon yapıldı. İzole ve tek PAVM’da cerrahi tedavi minimal mortalite, morbidite ve lezyonda düşük rekürrens oranı ile başarılı bir tedavi yöntemidir. Pulmonary arteriovenous malformations (PAVMs) are rare abnormalities of the pulmonary vascular system characterized by abnormal communications between the pulmonary artery and vein. We presented two cases who were operated in our clinic with PAVMs because of the rarity. One of our cases was a 14-year-old male, who had dyspnea, clubbing and policythemia. PAVM was diagnosed with pulmonary angiography. The second case was a 9-year-old male who had hemoptysis. Both cases had PAVM localized in the right upper lobe anterior segment. The patients underwent segmentectomy and wedge resection. Surgical treatment of an isolated, single PAVM is successful, with minimal mortality, morbidity and low recurrence rates of the lesion. |
|
10. | A Case of Legionella Pneumonia with Pleuropericardial Effusion Berna Botan Yıldırım, Asiye Kanbay, Ayşegül Karalezli, Hatice Canan Hasanoğlu doi: 10.5152/solunum.2013.037 Pages 187 - 190
Lejyonella enfeksiyonlarında çoklu-organ tutulumu sıklıkla görülmektedir. Bu yazıda, kliniğimize başvuran 72 yaşında bir bayan hastada, plöroperikardial tutulum, tübüler disfonksiyon, mental durum bozukluğu ile seyreden ve idrarda Lejyonella antijeni pozitif saptanarak tanı konulan Lejyonella olgusu, perikardial tutulumun nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur. Multi-organ involvement is common in Legionella infections. In this paper, a 72-year-old female patient with pleuropericardial involvement, renal tubular dysfunction and impaired mental status, diagnosed as Legionella infection with the positive urinary Legionella antigen is presented since pericardial involment of Legionella is rarely seen. |
|
11. | Occult Non-Small Cell Carcinoma of the Lung Detected During an Operation For Spontaneous Pneumothorax Taner Öztürk, Özgür Samancılar, Kenan Can Ceylan, Ozan Usluer, Sülün Ermete, Şeyda Örs Kaya doi: 10.5152/solunum.2013.038 Pages 191 - 193
Primer akciğer karsinomunda spontan pnömotoraks oldukça nadir olarak görülür ve insidansı %0,03-0,05 arasındadır. Bu çalışmada spontan pnömotoraks nedeniyle kliniğimize başvuran ve operasyon esnasında aynı zamanda küçük hücreli dışı akciğer kanseri tanısı konulan, 38 yaşındaki erkek olgu sunulmakta ve spontan pnömotoraks ile akciğer kanseri arasındaki ilişki irdelenmektedir. Spontaneous pneumothorax is very rarely seen in primary lung cancer and the incidence is between 0.03-0.05%. In this study, a 38-year-old male patient admitted with spontaneous pneumothorax who was also diagnosed as non-small cell lung cancer during the operation was presented and the relationship between spontaneous pneumothorax and lung cancer was examined. |
|
12. | A Rare Cause of Pleural Effusion: Biliopleural Fistula İbrahim Güven Çoşğun, Göksel Kıter, Nevzat Karabulut, Figen Türk, Mine Atun, Fatma Evyapan doi: 10.5152/solunum.2013.039 Pages 194 - 197
Bilioplevral fistül (BPF) nadir görülen, safra yolları ile plevral boşluk arasında geçiş olması ile karakterize bir durumdur. Öyküsünde 2 yıl önce kolesistektomi operasyonu olan, 67 yaşındaki kadın hastamız, sağda masif plevral efüzyon nedeniyle incelendi. Yeşil renkli plevral sıvı örneği elde edilmesi, plevral mayii/serum total bilirubin oranının >1,0 olması ve Gadobenate dimeglumine (Gd-BOPTA) kontrastlı manyetik rezonans kolanjiyografi (MRC) de plevraya kontrast madde geçişinin görülmesiyle BPF tanısı konuldu. Hastaya endoskopik retrograd kolanjiyopankreotografiyle papillotomi işlemi yapılarak toraksa safra kaçağı engellendi. Nadir görülmesi nedeniyle olgumuzu literatür eşliğinde irdelemek amacıyla sunduk. Biliopleural fistula (BPF) is a very rare entity, characterised by a passage between the pleural cavity and biliary system. Our case, a 67-year-old female patient, had undergone a cholecystectomy 2 years previously and complained of a massive right pleural effusion. Pleural fluid samples of thoracentesis obtained was green and we suspected BPF. Pleural fluid/serum total bilirubin ratio was >1.0. Diagnosis of BPF was confirmed by Gadobenate dimeglumine (Gd-BOPTA) contrast-enhanced magnetic resonance cholangiography (MRC). Bile leak of the pleural cavity was blocked using the process of the papillotomiyby Endoscopic retrograde choliangiopancreotography. We present our case to emphasize that BPF is a very rare situation, with the finding of green pleural fluid, confirmation of the diagnosis with Gd-BOPTA contrast-enhanced MRC and treatment with ERCP. |
|
13. | ADDENDUM to ‘History of Lung Transplantation’ published in SOLUNUM, August 2013 issue Gül Dabak Page 198
|
|
|
|
|