Main Page Aims and Scope Editorial Board Instructions to Authors Contact

 
Eurasian J Pulmonol: 5 (3)
Volume: 5  Issue: 3 - July 2003
Hide Abstracts | << Back
1.The efficacy of noninvasive positive pressure ventilation in the treatment of acute exacerbation of COPD
Ahmet URSAVAŞ, Mehmet KARADAĞ, Esra KUNT UZASLAN, Ercüment EGE, Nihat ÖZYARDIMCI
Pages 85 - 92
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığında (KOAH), mortalite ve morbiditenin en önemli nedeni akut alevlenmelerdir. KOAH akut alevlenmelerinde uygulanan medikal tedavilere rağmen, olguların %25'inde mekanik ventilasyon ihtiyacı ortaya çıkar. Mekanik ventilasyon entübe (invazif) veya nonentübe (noninvazif) olarak uygulanabilir. Fakat invazif mekanik ventilasyonun birçok komplikasyon vardır. Bizim çalışmamızın amacı KOAH akut atakta; standart medikal tedavi ile standart medikal tedaviye ek olarak uygulanan noninvazif mekanik ventilasyonun etkinliğini karşılaştırmaktı. KOAH akut atak ile başvuran 40 olguyu değerlendirdik. Tüm olgular hiperkapni ile (PaCO2>45 mmHg) başvurmuştu. 20 olguya standart medikal tedavi, kalan 20 olguya ise standart medikal tedaviye ek olarak bilevel ventilatör (BİPAP Vision, Respironics Inc. Murrayville PA. ABD) ile noninvazif pozitif basınçlı ventilasyon (NPPV) uygulandı. NPPV uygulanan KOAH akut ataktaki olgularda; pH'da anlamlı artış, PaCO2'de düşme, hastanede kalma süresi ve hastane mortalitesinde azalma mevcuttu. Sonuç olarak KOAH'a bağlı akut hiperkapnik solunum yetmezliğinde, noninvazif pozitif basınçlı ventilasyon, standart medikal tedaviden daha etkili bulunmuştur.
The primary reason for mortality and morbidity in Chronic Obstructive Lung Disease (COPD) is acute exacerbation. Despite standard medical treatment, approximately 25% of COPD patients with acute respiratory failure require mechanical ventilation. Mechanical ventilatory support can be applied to intubated(invasive) or non-intubated patients(noninvasive). However, invasive mechanical ventilation has a lot of complications. The aim of our study is to compare the efficacy of standard medical therapy (SMT) and noninvasive mechanical ventilation additional to SMT in acute exacerbations of COPD. We evaluated 40 patients (39 male and 1 female, median age of 62.8±9.2) with acute exacerbation of COPD. All patients were hypercapnic (PaCO2 >45mmHg). 20 patients were given SMT and 20 patients were started on noninvasive positive pressure ventilation (NPPV) with bilevel ventilators (BİPAP Vision, Respironics Inc. Murrayville PA, USA) in addition to SMT. In patients with acute respiratory failure due to COPD receiving NPPV, a significant rise in pH and a reduction in PaCO2, duration of hospitalization and hospital mortality rate were detected. In conclusion; this study showed that NPPV is a more effective treatment option than standart medical therapy in COPD patients with hypercapnic respiratory failure.

2.Electrolyte levels in patients with chronic stable asthma
Figen DEVECİ, Teyfik TURGUT, Gamze KIRKIL, Mehmet Hamdi MUZ
Pages 93 - 99
Astım atakları sırasında özellikle ß2 agonist ve aminofilin uygulamasına bağlı olarak elektrolit dengesizliği, özellikle de en erken hipokalemi ortaya çıkmaktadır. Kronik astımlı olgularda elektrolit dengesizliğinin prevalansı ve uygulanan tedavinin bu değişiklikler üzerine etkisi bilinmemektedir. Kronik stabil astımlı olgularda elektrolit dengesizliğinin gelişip gelişmediği ve kullanılan terapötik ajanların elektrolit seviyeleri üzerine olan etkisini araştırmak amaçlandı. Çalışma Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları AD'de prospektif olarak yapıldı. 30 stabil astımlı olgu (6'sı hafif, 12'si orta, 12'si ağır astımlı) değerlendirilmeye alınarak, olguların demografik özellikleri ile kullandığı tedavi protokollleri sorgulandı ve serum potasyum, magnezyum, fosfor, kalsiyum ile sodyum seviyeleri ölçüldü. Olguların yaş ortalaması 48.07±12.71, erkek kadın oranı 4/26 idi. %83.3'ü inhaler steroid, %93.3'ü ß2 agonist ve %50'si teofilin kullanıyordu. 23'ünde (%76.6) elektrolit dengesizliği (%60.87'sinde tek, %39.13'ünde iki elektrolit dengesizliği) saptandı. Elektrolit dengesizliği olan olgularda ortalama değerler; magnezyumda 1.34±0.19 mg/dL (%56.6, n=17), kalsiyumda 11.27±0.20 mg/dL (%13.3, n=4), potasyumda 2.7 mmol/L (%3.3, n=1) ve fosforda 2.1±0.15 mg/dL (%16.6, n=5) idi. Sodyumda bir dengesizlik saptanmadı. Elektrolit dengesizliği olan olgular ile elektrolit değerleri normal olan olgular arasında yaş, hastalık süresi, hastalığın şiddeti ve tedavide kullanılan ilaçlar açısından istatistiksel bir ilişki saptanmadı. Sonuç olarak kronik stabil astımlı olgularda hipomagnesemi, hipopotasemi, hipofosfatemi ve hiperkalsemi gözlenmiş, bunun tedavide kullanılan ilaçlar ve hastalığın şiddeti ile ilişkisi saptanmamıştır. Potansiyel kardiyak ve solunumsal patolojilerden kaçınılması için hem stabil hem de ataktaki astımlı olgularda serum elektrolit düzeylerinin rutin olarak ölçülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
During asthmatic attacks electrolyte disturbances especially hypokalemia due to ß2 agonist and theophylline treatment occur.In patients with chronic asthma, the prevalence of electrolyte disturbances and effect of treatment on these changes are unknown. Aim: To determine the prevalence of electrolyte disturbances in patients with chronic stable asthma and to assess the effect of therapeutic agents used for chronic asthma on these changes. The study was performed prospectively in Fırat University Chest Diseases Department. Thirty asthmatic patients (6 mild, 12 moderate, 12 severe) were involved in the study. Their demographic characteristics and current treatment protocols were obtained and serum potassium, magnesium, phosphorus, calcium and sodium levels were measured. The mean age of the patients was 48.07±12.71, male/female ratio being 4/26. In this study, 83.3% , 93.3% and 50% of the patients were receiving inhaled steroids, inhaled ß-agonists and oral theophylline respectively. Electrolyte disturbance was found in 23(76.6%) patients, 60.87% of whom had single and 39.13% two electrolyte disturbances. In patients with electrolyte disturbance, mean electrolyte levels were: magnesium ; 1.34±0.19mg/dL(56.6%,n=17), calcium; 11.27±0.20mg/dL(13.3%,n=1), potassium; 2.7mmol/L and phosphorus; 2.1±0.15mg/dL (16.6%, n=5). No disturbance was detected in sodium levels. There was no statistically significant difference between the patients with electrolyte disturbances and with normal levels regarding age, duration and severity of illness and treatment. Hypomagnesemia, hypopotasemia and hypercalcemia were observed in chronic stable asthmatic patients. There was no correlation between the electrolyte disturbances and treatment drugs as well as severity of illness. We concluded that serum electrolyte levels must be measured routinely in patients with chronic stable asthma and during acute attacks to avoid potential cardiac and respiratory hazards.

3.The effect of arterial oxygen content on tumor response to radiotherapy in epidermoid lung cancer
Ergun TOZKOPARAN, İsmail YÜKSEKOL, Metin ÖZKAN, Erkan BOZKANAT, Ömer DENİZ, Faruk ÇİFTÇİ, Arzu BALKAN, Sema SAVCI, Necmettin DEMİRCİ
Pages 100 - 104
Son zamanlarda insan tümörlerinde radyasyona dirençli hipoksik hücrelerin varlığı gösterilmiştir. Aneminin de çeşitli tümörlerin radyoterapisinde önemli bir prognostik faktör olduğu bilinmektedir. Bunun olası bir mekanizması, kanın azalmış oksijen taşıma kapasitesi sonucunda, tümör dokusundaki hipoksik hücre oranının artması olabilir. Arteriyel oksijen içeriğinin (CaO2) dokulara kapillerlerle taşınan aktüel oksijen hacmini yansıttığı kabul edilir. Bu çalışmada CaO2, arterial oksijen saturasyonu (SaO2), parsiyel arteriyel oksijen basıncı (PaO2) ve hemoglobin düzeyinin epidermoid hücreli akciğer kanserlerinde radyoterapi sonrası tümör regresyonuyla olan ilişkisini araştırmak amaçlandı. Radikal radyoterapi uygulanan 27 epidermoid bronş kanserli hasta çalışmaya alındı. Radyoterapi sonrasındaki tümör regresyonu tümör alanındaki gerilemenin oranı olarak ölçüldü. Tedavi öncesi CaO2, SaO2, PaO2 ve hemoglobin düzeyi ile tümör regresyonu arasında anlamlı korelasyon saptandı. (Sırasıyla; r = 0.766, p< 0.001; r = 0.891, p< 0.001; r = 0.859, p< 0.001; r = 0.529, p< 0.01) Aktüel doku oksijenasyonunun bir göstergesi olan CaO2, hemoglobine göre tümör regresyonuyla daha fazla korelasyon göstermiştir. Bu doku hipoksisinin radyoterapiye olan dirençte etkili olduğunu indirekt olarak gösterir.
The existence of radiation resistant hypoxic cells has recently been demonstrated in human tumor tissues. Anemia is also known to be a significant prognostic factor for the radiotherapy of various tumors. This is possibly related to the increased ratio of hypoxic cells in tumor tissue due to diminished oxygen transport capacity of blood. Arterial oxygen content (Ca02) is believed to reflect the actual oxygen volume transported by capillaries to the tissues. In this study, we aimed to investigate the relationship between postradiotherapy tumor regression in epidermoid lung cancer and CaO2, arterial oxygen saturation (SaO2), partial arterial oxygen pressure (PaO2) and hemoglobin (Hb) level. Radiotherapy applied twenty-seven patients with epidermoid lung cancer were enrolled in the study. Postradiotherapy tumor regression was calculated as a ratio of change in the tumor area. CaO2, an actual indicator of tissue oxygenation, showed more correlation in tumor regression than hemoglobin. This indirectly reveals that tissue hypoxia is effective on tumor resistance to irradiation.

4.Results of radiotherapy in 173 patients with superior vena cava syndrome
Fazilet ÖNER DİNÇBAŞ, Banu ATALAR, Sedat KOCA, Semra ÖZGÜR YÖRÜK
Pages 105 - 111
Vena cava superior sendromu'nda (VCSS) radyoterapi sonuçlarını araştırmak amacıyla 1978-2000 yılları arasında radyoterapi uygulanmış 173 olgu retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Olguların 156'sı erkek 17'si kadın, medyan yaş 55'tir (17-85). 119 olguda (%68.8) tedavi öncesi veya sonrası, biyopsi veya sitolojik inceleme yapılmış; 103'ünde (%59.5) histolojik tanı elde edilmiştir. En fazla VCSS' ye neden olan histolojik grubun küçük hücreli dışı akciğer kanseri olduğu belirlenmiştir. Semptomların ortaya çıkış süresi, medyan 30 (2-180) gündür. Dispne en sık görülen semptomdur. Olguların 91'ine (%52.6) kemoterapi uygulanmıştır. Üç farklı fraksiyonasyon şeması ile medyan 4500 cGy (3000-6600 cGy) radyoterapi uygulanmıştır. 67 olguya 1.8-2 Gy günlük doz ile başlanıp 50-66 Gy; 43 olguya yüksek dozla (4 Gy) başlanıp, 3-4 gün sonra konvansiyonel dozlarla devam edilip 45-50 Gy; 63 olguya 3 Gy günlük dozla toplam 30-36 Gy radyoterapi uygulanmıştır. Medyan sağkalım 4 (1-192) aydır. Olguların 165'inde (%95.4) subjektif yanıt elde edilmiş, %77.5'inde %50'den fazla palyasyon sağlanmıştır. Yüksek dozla başlanıp konvansiyonel dozlarla devam edilen olgularda, erken palyasyon oranı (?2200cGy) diğer fraksiyonasyonlara göre daha yüksektir (p=0.02). Olguların 1 ve 2 yıllık genel sağkalım oranları sırasıyla %14.6 ve % 3 olarak bulunmuştur. Radyoterapi VCSS'nin tedavisinde subjektif palyasyon sağlamada etkin ve güvenli bir yöntemdir. Yüksek ışın dozu ile tedaviye başlanması erken palyasyon sağlanması bakımından etkili olmakta ancak sağkalım açısından üstünlük göstermemektedir.
A retrospective analysis was made between years 1978-2000 to assess the results of 173 patients with superior vena cava syndrome (SVCS) treated with radiotherapy. 156 of the patients were male and 17 were female, median age being 55 (ages 17-85). Biopsy or cytological investigation was performed to 119(69.8%) of the patients before and after therapy. Histological diagnosis was obtained in 59.5% of the patients. The most common histology causing SVCS was non-small cell carcinoma. Median duration of symptoms was 30 (2-180) days. Dyspnea was the most frequent symptom. 91(52.6%) patients received chemotherapy. A median of 4500 cGy (3000-6600 cGy) dose radiotherapy with three different fractination schedule was applied. In 67 patients conventional fractionation up to 50-66 Gy, with a daily dose of 1.8-2 Gy was used. 43 patients were given a high initial dose of 4 Gy daily for 3-4 days and continued with conventional doses. 63 patients had 30-36 Gy with a daily dose of 3 Gy. Median survival was 4(1- 192) months. A subjective response was detected in 165(95.4%) of the patients and the response rate was >50% in 134 (77.5%). Early palliation rate (?2200 cGy) was significantly higher in patients treated with a high initial dose than the other fractionation groups. Overall survival rates of the study group for one and two years were 14.6% and 3% respectively. Radiotherapy is an effective and secure method for achieving subjective palliation in the treatment of SVCS. Beginning with high doses may be helpful for early palliation;however, does not improve overall survival rate. Morover, radiotherapy can be applied before definitive histological diagnosis is available.

5.The effects of hypoxia and hyperoxia on ventilation in isolated laryngeal airway
Nermin KARATURAN YELMEN, Gülderen ŞAHİN, Tülin ORUÇ, İbrahim GÜNER, Lütfi ÇAKAR
Pages 112 - 116
Laringeal mekanoreseptörlerin, hiperkapni ile uyarıldıkları bilinmesine karşın, bu reseptörlerin lokal hipoksi ve hiperoksi ile uyarılıp uyarılmadıkları ve ventilasyon üzerindeki etkileri kesin olarak ortaya koyulmamıştır.Bu nedenle tiyopentan (25 mg/kg) ile uyutulan tavşanların larinksinden solunum pompası aracılığı ile %7-O2-%93N2'lik hipoksi gaz karışımı ve %100 O2 geçirilmesinde ventilasyonda meydana gelen değişimler incelendi. Larinks, oropharyngeal boşluktan ve trakeadan ayrıldı. Aşağı trakeal kanül aracılığı ile soluk hacmi (VT), soluk frekansı (f/dk), kaydedildi ve solunum dakika hacmi (VE) hesaplandı. Ayrıca sistemik arteryel kan basıncı kaydedildi. Her bir fazda alınan arteryel kan örneklerinde PaO2, PaCO2 ve pHa ölçümleri yapıldı. Larinksten 500 mlt/dk hızda hipoksik gaz karışımının geçirilmesinde gerek soluk hacmi ve gerekse soluk frekansında artış gözlendi. %100 O2 geçirilmesinde yine soluk hacminde artış gözlenmiş, soluk frekansında ise azalma saptanmıştır. Bilateral servikal vagotomiden sonra hipoksik gaz karşımı ve %100 O2'nin larinksten geçirilmesinde, frekanstaki değişim ortadan kalkmıştır. VT'de ise vagotomi öncesi gözlenen cevaplar elde edilmiştir. Larinksin duysal siniri olan superior laringeal sinirin bilateral olarak kesilmesinden sonra hipoksik gaz karışımı ve %100 O2 geçirilmesinde VT'de herhangi bir değişim gözlenmemiştir. Bulgularımız laringeal mekanoreseptörlerin hipoksi ve hiperoksiye duyar olduğunu ve bu gaz karışımlarının hava akımı ile oluşan solunumsal inhibisyonu ortadan kaldırdığını göstermektedir.
The stimulation of laryngeal mechanoreceptors is known to decrease ventilation; however, whether these receptors are stimulated by hypoxia and hyperoxia has not been evident. The aim of our study is to investigate the effects of hypoxia and hyperoxia in the isolated laryngeal airway and the consequent changes of the ventilatory parameters. The experiments were performed in spontaneously air breathing rabbits, anesthesized with thiopentane (25 mg/kg iv). The larynx was separated from the oropharyngeal cavity and the trachea. Tidal volume (VT) and frequency of respiration (f/min) were recorded from the lower tracheal cannula below the separation level. Respiratory minute volume (VE) was calculated. Systemic arterial blood pressure was recorded. After each experimental phase systemic PaO2, PaCO2 and pH levels were obtained. The larynx was insuffilated at a flow rate of 500 mL- min-1, with 7% O2- 93% N2 and 100% O2 by the respiratory pump. Insuffilation of the larynx with hypoxic gas mixture increased VT (+25±3.6) f/min and VE (+29.6± 5.1). When the larynx was insuffilated 100% O2, f/min showed a decrease (- 0.4± 0.8) while VT showed a significant increase (+15.3±2.9). Following bilateral cervical vagotomy, f/min was diminished during hypoxia (-1.04 ±-0.2) and hyperoxia (-0.4±0.4). VT was found to increase significantly (+22±2.9+13±4.3). When the superior laryngeal nerve was cut, the response of tidal volume to both gas mixtures were abolished (-0.6±1.2, 0.0%0.0). The results of this study propose that both hypoxia and hyperoxia in the larynx induce a stimulatory effect on ventilation. Conversely, the effects of these gas mixtures on laryngeal mechanoreceptors abolish the ventilatory inhibition produced by air flow.

6.An interesting case report: primary ciliary dyskinesia
Gizem DEMİR, Özlem URAL GÜRKAN, Diğdem ÖZER, Çetin ATASOY, Ayşe SERTÇELİK, Kaan AYDOS, Sevgi SARYAL
Pages 117 - 120
Primer siliyer diskinezi, otozomal resesif geçiş gösteren, mukosiliyer transport bozukluğu ile karakterize bir hastalıktır. Silyanın yapısal ve fonksiyonel bozukluğu nedeniyle; kronik respiratuvar enfeksiyonların yol açtığı kronik bronşit ve bronşektazi, kronik rinosinüzit ve otitis media, işitme bozukluğu ve infertilite olguların çoğunda bulunmaktadır. Çocukluğundan beri tekrarlayan öksürük, pürülan balgam atakları ve son zamanlarda artan dispne nedeniyle kliniğimize başvuran 32 yaşındaki erkek hastayı çeşitli özellikleriyle tartışmayı amaçladık. Hastanın solunum fonksiyon testlerinde havayolu obstrüksiyonu saptandı. Bilgisayarlı tomografik incelemeler akciğerde tubuler ve sakküler bronşektazi ve maksiller sinüste yumuşak doku varlığını gösterdi. Bronş biyopsilerinin elektron mikroskopik incelemesi siliyer bozukluk olduğunu ortaya koydu. Sperm analizinde azospermi ve immotil spermatozoa bulundu. Bu klinik ve laboratuvar bulguların primer siliyer diskinezi tanısıyla uyumlu olduğu düşünüldü. Sonuç olarak, nadir görülmesine rağmen kronik rinosinüzit ve bronşektazisi olan genç hastalarda primer siliyer diskinezi olası bir tanı olarak düşünülmelidir.
Primary ciliary dyskinesia is inherited as an autosomal recessive trait and characterized by impaired mucociliary transport. Due to structural and functional abnormalities of the cilia, chronic respiratory infections leading to chronic bronchitis and bronchiectasis, chronic rhinosinusitis and otitis media, hearing impairment and infertility occur in most of the patients. We report a 32-year–old male presented with recurrent cough, purulent sputum episodes since childhood and recently worsened dyspnea. Pulmonary function tests revealed severe airways obstruction. Computed tomography scan showed tubular and saccular bronchiectasis and chronic inflammatory changes in maxillary sinuses. Electron microscopic evaluation of the bronchial biopsy specimens demonstrated ciliary abnormalities. Sperm analysis revealed azospermia and immotile spermatozoa. These clinical and laboratory features were consistent with primary ciliary dyskinesia. In conclusion, primary ciliary dyskinesia should be considered as a possible diagnosis in young patients with chronic rhinosinusitis and bronchiectasis.

7.Intermittent hypoxia and physiological adaptation
Levent ÖZTÜRK, Gökhan METİN, Zerrin PELİN
Pages 121 - 126
Aralıklı hipoksi, kesintisiz hipoksiye oranla yaşamda çok daha sık karşılaşılan bir durumdur. Geçici olarak yüksek irtifaya çıkış, uyku apnesi, prematür yenidoğan apnesi ve kronik obstrüktif akciğer hastalıkları gibi çeşitli çevresel ve patofizyolojik durumlar insan vücudunda aralıklı hipoksiye neden olabilir. Aralıklı hipoksi, vücutta solunum, dolaşım, uyku-uyanıklık sistemleri ve diğer organ sistemlerinde çeşitli düzeylerde uyum yanıtı ortaya çıkarabilen etkili bir uyarandır. Bu uyum yanıtlarının bazıları vücut açısından yararlı, bazıları ise zararlı olabilir. Aralıklı hipoksi egzersizleri atletlerde egzersiz performansını arttırmaktadır. Hayvanlarda anti aritmik etkilerinin olduğu ve aterosklerozu önlediği bilinmektedir. Diğer yandan nörokognitif bozukluklarla birlikte hipertansiyon, sağ ventrikül hipertrofisi, miyokard iskemisi, serebral iskemi ve oksidatif hasara yol açtığını gösteren birçok çalışma vardır. Aralıklı hipoksinin neden olduğu fizyolojik ve patolojik mekanizmaların anlaşılmasıyla, çeşitli hastalıkların fizyopatolojisi çözülebilecek ve tedavi alternatişeri üretilebilecektir. Bu derlemede son on yılda üzerinde oldukça yoğun çalışılan aralıklı hipoksi ve uyum yanıtı konusundaki güncel bilgi sunulacaktır.
Intermittent hypoxia is encountered more often in life when compared to sustained hypoxia. Various environmental and pathophysiological conditions such as temporary ascending to high altitudes, sleep apnea, apneas of premature infants and chronic obstructive pulmonary disease can lead to intermittent hypoxia in the human body. Intermittent hypoxia is an effective stimulus that can evoke adaptation responses at various levels in respiratory, circulatory, sleepwake systems as well as other organ systems. Some of these adaptation responses may be beneficial; wheras, others may be harmful for the body. Intermittent hypoxia training improves egzersize performance in athletes. In animals, it has been shown to have antiarrhythmic effects and prevent atherosclerosis. On the other hand, there are many studies reporting hypertension, right ventricular hypertropy, myocardial and cerebral ischemia and oxidative damage besides neurocognitive deficits as potential consequences of intermittent hypoxia. This review will present current knowledge and development in the last 10 years on intermittent hypoxia and adaptation responses. By understanding the mechanisms that intermittent hypoxia elicits, we may understand the pathophysiology of various diseases and produce alternative therapeutic interventions.

8.Molecular biology of lung cancer
Nurdan KÖKTÜRK, Ceyda Erel KIRIŞOĞLU, Can ÖZTÜRK
Pages 127 - 138
Akciğer kanseri moleküler biyolojisine ilişkin aydınlatılmamış pek çok nokta, son 20 yıldaki gelişmeler ile çözülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler akciğer kanserini daha iyi anlamamıza ve yeni tedavi modalitelerinin geliştirilmesine olanak sağlar. Akciğer kanserinde görülen başlıca moleküler değişiklikler; onkogenlerin mutasyonel aktivasyonu, tümör baskılayıcı genlerin inaktivasyonu ve hücre siklusunun regülasyonunda ve DNA tamirinde görev alan genlerde ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu derlemede, akciğer kanseri moleküler biyolojisine ilişkin genel kavramların özetlenmesi amaçlanmıştır.
The unknown aspects of the molecular mechanisms of lung cancer have been enlightened over the last 20 years.This progress leads us to understand more of lung cancer and develop new treatment modalities. The most common molecular changes seen in lung cancer are the mutational activations of oncogenes, the inactivation of tumor suppressor genes and the alterations in the genes responsible for cell cycle regulation and DNA repair. In this article, general concepts on the molecular basis of lung cancer is briefly summarized.

9.Cigarette smoking and lung cancer
Nurdan KÖKTÜRK, Can ÖZTÜRK, Ceyda Erel KIRIŞOĞLU
Pages 139 - 145
Akciğer kanseri, Amerika Birleşik Devletleri'nde erkeklerde ve kadınlarda en sık ölüme yol açan kanserdir. Sigara, akciğer kanseri için majör risk faktörü olup, olguların % 90'ından sorumludur. Ancak, her sigara içen kişide kanser görülmemektedir. O halde kimde kanser gelişeceğini hangi faktörler belirler? Son yıllarda sitogenetik, moleküler biyoloji, hücre biyolojisi bilimlerindeki gelişmeler bu sorunun yanıtını bulmaya yönelik bilgiler elde etmemizi sağlamıştır. Bu derleme, sigara ve akciğer kanseri arasındaki nedensel ilişkiyi özetlemeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda, DNA addüktleri, addüktlerin oluşum mekanizmaları ve etkilerinin yanısıra, akciğer kanseri gelişiminden sorumlu tutulan başlıca genetik değişiklikler gözden geçirilmiştir. Akciğer kanserindeki çok aşamalı oluşum, morfolojik değişiklikler ve bununla ilişkili antijen ekspresyonları da ana hatları ile özetlenmiştir.
Lung cancer is the leading cause of cancer deaths in both men and women in the United States of America. Smoking is the major risk factor for the development of lung cancer since >%90 of the lung cancer patients are among smokers. However not all smokers have lung cancer. Therefore which factors determine the development of lung cancer? Recent progress on cytogenetics, molecular and cellular biology have provided information to find an answer to this question. This review focuses on the causative relationship of smoking and lung cancer. Besides DNA adducts and their mechanisms of action, major genetic variations responsible for the development of lung cancer are reviewed. Multiphase evolution of lung cancer, field cancerization and associated antigen expressions are summarized.

10.The role of epidermial growth factor receptor and egfr inhibitors in non-small cell lung cancer
Ceyda Erel KIRIŞOĞLU, Can ÖZTÜRK, Nurdan KÖKTÜRK
Pages 146 - 152
Akciğer kanseri, tedavisindeki tüm gelişmelere rağmen halen, kansere bağlı ölümlerin başta gelen nedenidir. Akciğer kanseri moleküler biyolojisinde son 20 yılda ortaya çıkan gelişmeler, kanser hücrelerinden çeşitli büyüme faktörlerinin salındığı ve bu büyüme faktörlerinin çeşitli yollarla kanser büyümesinde rol oynadığını göstermiştir. Epidermal büyüme faktörü reseptörü (EGFR), gerek kanser biyolojisindeki patogenetik yeri, gerekse tümörün kemoterapiye verdiği yanıttaki olası etkisi nedeniyle önemli bir hedef molekül olarak görülmektedir. Bu derlemede EGF, EGFR ve potansiyel yeni tedavi ajanları olarak gündeme gelen EGFR inhibitörlerinin küçük hücreli dışı akciğer kanserindeki rolü ele alınmıştır.
Despite major advances in treatment modalities, lung cancer still remains the leading cause of cancer deaths. The developments on the molecular mechanisms of lung cancer for the past 20 years show that neoplastic cells secrete various growth factors which have significant roles on cancer formation. Epidermal growth factor receptors (EGFRs) are considered as important targets for new treatment modalities due to their role in cancer biology pathogenetics and effect on response to cytotoxic therapy. In this review epidermal growth factor, EGFR and EGFR inhibitors in patients with non-small cell cancer are discussed.

11.Molecular biology of lung cancers and nuclear imaging techniques
Mustafa ÜNLÜ, Ümit Özgür AKDEMİR
Pages 153 - 166
Akciğer kanserinin moleküler biyolojisine ilişkin elde edilen bilgiler, daha etkin moleküler tanı araçlarının ve yeni tedavi olanaklarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Nükleer tıp görüntüleme yöntemleri ise radyonüklidlerle işaretlenmiş bileşiklerin kullanılması ile in vivo olarak dokuların biyokimyasal özelliklerinin incelenmesini sağlar. Bu yazıda akciğer kanserinin moleküler biyolojisine ilişkin elde edilen bilgilerin sintigrafik görüntüleme ve radyonüklid tedavi uygulamaları irdelenmiştir. Kanserli hücreleri belirleyen genetik yapılar ve bu genetik yapılarla ilişkili biyokimyasal süreçler, radyoaktif işaretli bu bileşiklerin düşük konsantrasyonlarda kullanımı ile görüntülenebilir. Ayrıca yüksek enerjili radyonüklidlerle işaretlenerek bu bileşikler tedavi amacıyla da kullanılabilmektedir. Tl-201 ve Tc-99m MİBİ kullanılarak gerçekleştirilen SPECT akciğer nodüllerinin ve kitlelerinin benign-malign ayrımının gerçekleştirilmesinde, bir tümörün malignite derecesinin belirlenmesinde, tedavi sonrasında doku nekrozu ve fibrozis ile rezidüel tümörün veya lokal rekürensin ayrımında; FDG PET ise bu endikasyonlara ek olarak metastaz yönünden tüm vücudun değerlendirilmesinde ve tedavi sonrası izlemde kullanılmaktadır. Çeşitli antikorlar ve peptidler radyonüklidlerle işaretlenerek sintigrafik görüntüleme ve yönlendirilmiş radyoterapi ajanları olarak kullanılmaktadır. Bu peptidlerden In-111-octreotide, In-111 lantreotide, Tc-99m depreotide, akciğer nodüllerinin benign-malign ayrımını gerçekleştirilmesinde ve metastaz yönünden tüm vücudun değerlendirilmesinde kullanılmalarının dışında, yüksek enerjili bir radyonüklid olan Y-90 ile işaretlenerek ileri evre akciğer kanserinde tedavi amacıyla da kullanılmaktadır. İşaretli bir amino asit olan metionin, bir lipid öncülü olan asetat ve bir nükleosid olan timidin PET ajanları olarak kullanılarak, tümör hücrelerinin çoğalma hızı ve tümörün tedavi yanıtı erken dönemde değerlendirilebilir. Anjiogenez inhibisyon tedavisinde, tedaviye başlamadan önce tümör dokusunda özel moleküler hedeşerin varlığı ve bu hedeşerin tedavi sırasında bloke olduğu sintigrafik yöntemlerle gösterilebilir. Tc-99m annexin V görüntülemesi ile tedavi sonrasında kanserli dokuda ortaya çıkan apoptotik süreç ve tedaviye alınan yanıt erken dönemde değerlendirilebilir. Yine sintigrafik yöntemlerle; kemoterapi ve radyoterapi direncinden kısmen sorumlu olan doku hipoksisi ve doku oksijenasyonunu artırmaya yönelik girişimlerin etkinliği görüntülenebilmektedir. Gen terapisi uygulamalarında hücrelere aktarımı yapılan ekzojen genlerin ekspresyonu in vivo olarak, herpes simpleks virüsünün timidin kinaz geni, D2 ve SSTR2 reseptörlerinin genleri gibi çeşitli "reporter" gen yapıları kullanılarak sintigrafik olarak gösterilebilir.
Recent data on molecular biology of lung cancer promoted the development of more efficient diagnostic tools and new therapeutic options. Nuclear medicine imaging provides in vivo examination of biochemical processes in tissues by using radionuclide labelled compounds. This article aims to assess the scintigraphic imaging and radionuclide therapy applications of the data on molecular biology of lung cancer. Genetic structures and related biochemical compounds can be imaged with small concentrations of these radiolabelled compounds. The same compounds can also be used as therapeutic agents when labelled with high energy nucleotids. TI-201 and Tc-99m MIBI SPECT provide differentiation of benign and malign pulmonary nodules or masses, information on the degree of malignancy of a tumor, differentiation of fibrosis and recurrent or residual tumor following therapy. In addition to these FDG PET is used to detect metastases in the whole body and for follow-up. Various radiolabelled antibodies and peptides are used as scintigraphic imaging and targeted radiotherapy agents. Of these agents In-111 –octreotide, In-111-lantreotide, Tc-99m depreotide are used in differentiating benign-malign pulmonary nodules and evaluating the whole body for metastasis. When labelled with a high energy radionuclid Y-90, these agents can be used in the treatment of advanced lung cancer. Radiolabelled methionine as an amino acid, acetate as a lipid precursor and thymidine as a nucleoside can be used as PET agents to evaluate cellular proliferation rate and tumor response to therapy. During angiogenesis inhibition therapy, the specific targets in the tumor tissue and their blockage with the therapy can be visualized. With Tc-99m annexin V imaging posttreatment apoptotic process and early response to therapy can be evaluated. Scintigraphic methods also assess tissue hypoxia that is partially responsible for chemo-radiotherapy resistance and the efficacy of interventions to increase tissue oxygenation. Moreover gene therapy applications involving in vivo imaging of exogenous therapeutic genes expression in cancer tissue can be shown scintigraphically using ‘reporter’ gene structures like herpes simplex virus thymidine kinase gene, D2 and SSTR2 receptor coding genes.

12.Molecular oncology targeted therapies for lung cancer
Aytuğ ÜNER
Pages 167 - 172
Akciğer kanserlerinde moleküler patolojik mekanizmalar çözüldükçe, bu yeni alandaki tedavi seçenekleri artmakta ve özellikle ilerlemiş evrelerdeki klasik tedavilerle sağlanan yararlanımın düşüklüğü bu yeni tedavilerin önünü açmaktadır. İmmünoterapiler ile özellikle hücresel immünitede T-lenfositlerin, tümör antjenlerini daha iyi tanımlayabilmesi ve tümörü yok etmeye yönlendirilmeleri hedef alınmaktadır. Akciğer kanserleri ve bir çok solid tümörde var olan tümör antijenleri kendilerine karşı geliştirilen antikorlar ve antikorlara bağlanan sitotoksik ajanlarla, kendi içinde bulundukları tümör dokularının yok edilmesi yolunu açmaktadırlar. Antisens tedavilerle onkogen ürünü proteinlerin yapımı, "antisens oligodeoksiribonükleotid" (ASODN) moleküllerinin mesajcı-RNA'ya yapıştırılması sayesinde engellenmekte, antianjiogenik tedavilerle tümörün oksijenasyonu için gereken anjiogenik proses inhibitör ajanlarla durdurulmaya çalışılmaktadır. Tümörün metastaz yaparken geçmesi gereken aşamalardan en önemlisi olan ekstrasellüler matriksin yıkımının ise, yıkım enzimlerinin inhibitörleriyle durdurulma çabaları sürdürülmektedir. Gerek tümör oluşumu, gerekse prognozun kötülüğünü sağlayan hücre içi proteinlerinin oluşumunun hücre sinyal iletimi aşamasında önlerinin kesilmesi diğer bir ümit vaad eden tedavi seçeneği olmaktadır. Bu derlemede tüm bu mekanizmalar olduğunca özetlenmeye çalışılmıştır.
As we understand more of the pathological mechanisms in lung cancer, therapeutic implications of molecular biology draws more attention. Failure of conventional therapies to provide reasonable benefit especially in advanced stages of lung cancer makes new treatment modalities progress more quickly. Immunotherapy aims to have the T-lymphocytes recognize tumor antigens and destroy them. Most of the solid tumors and lung cancer cells are provided with tumor antigens that can be attacked with antibodies and cytotoxic agents binding to those antibodies. This leads to a therapeutic option where tumor cells can be destroyed. With antisense therapy, oncogen derivated protein production is inhibited by the adhesion of ‘antisense oligodeoxyribonucleotide (ASODN)’to mRNA. Antiangiogenic therapy prevents angiogenic process via inhibiting the blood supply. Extracellular matrix degradation is one of the important mechanisms of metastasis development. Studies on the inhibitors of degradation enzymes are still continuing.Another promising therapeutic option is blocking intracellular proteins that are responsible for tumor progression and poor survival during signal transduction. In this review the possible therapeutic options regarding molecular oncology are summarized.

13.Tumor immunology and cancer vaccines
Gökhan DEMİR
Pages 173 - 179
Kanserle bağışıklık sistemi arasında son derece karmaşık ve çok faktörlü bir ilişki söz konusudur. Çoğu kanserli hastada zayıf ve güçsüz bağışıklık yanıtı oluşmakta ve kanserli hücrelerin temizlenmesine yeterli olmamaktadır.Kanser immunoterapisni anlamak için öncelikle kanser ve bağışıklık sistemi arasındaki karşılıklı etkileşimler güncel bilgiler ışığında tartışılmış, ardından tedavi yaklaşımları irdelenmiştir. Son günlerde kanserli hastalarda dendritik hücrelerle ve dendritik hücrelere dayalı kanser aşıları ile başarılı sonuçlar bildirilmektedir. Dendritik hücrelerin sitokin kokteylleri varlığında kanser antijenleri ile karşılaştırılmasına dayanan bu yaklaşımda, temel sorun hala doğru antijenin bulunmasıdır.
The interaction between cancer and immunity are complex and mutifactorial. In vast majority of cancer patients only very weak immune responses insufficient to eliminate cancer cells from the body are observed. To understand cancer immunology, we reviewed the nature of interactions between the cancerous and immune cells in the light of current knowledge and discussed therapeutic approaches. Recently promising results on cancer immunotherapy are obtained with dendritic cells and dendritic cell based vaccine therapies. The dendritic cells seem to have pivotal role in cancer immunity;since, their stimulation with particular cancer antigens in the presence of cytokines like GM-CSF can cause efficient stimulation of the immune system against cancer. However, to be able to define the right antigen remains a major issue.

14.Drug resistance in lung cancer
Mustafa ÖZGÜROĞLU
Pages 180 - 183
Tümör hücreleri bir veya birden fazla sitostatiğe karşı çeşitli mekanizmalarla direnç geliştirebilmektedir. Direnç genellikle kanser hücrelerindeki spontan mutasyonlar sonucu meydana gelmektedir. Klinikte tesbit edilemediği erken dönemde, yani tümör hücre sayısı 104-106 boyutuna ulaştığında dirençli fenotip oluşmaktadır. Başka bir deyişle, ilaca dirençli hücre gruplarının her tümörde mevcut olduğu söylenebilir. Dirençli hücre populasyonları oluşmadan, mümkün olduğu kadar erken dönemde ve farklı etki mekanizması olan ilaçların kombine kullanıldığı tedaviler kanser tedavisindeki başarıyı arttırmaktadır. Akciğer kanserinde görülen ilaç direnci hem küçük hücreli, hem de küçük hücreli dışı akciğer kanserinde tedavideki başarının önündeki en önemli engeldir. Akciğer kanserinde çoklu ilaç direncinden sorumlu MDR, MRP ve LRP genleri ve ürünleri, glutatyon ve DNA tamir mekanizmaları direnç mekanizmasında önemli rol üstlenmiştir. ERCC1, beta-tubulin ve ribonükleotid reduktaz mutasyonu gibi moleküler birtakım göstergelerin saptanması, bireysel bazda genomik farklılıkları gösterecek ve kısa bir süre sonra akciğer kanserinde günlük uygulamalarda tedavi planlama aşamasında yerini alacaktır.
Resistance to chemotherapeutic agents is a major problem in the treatment of patients with small cell (SCLC) and nonsmall cell lung cancer (NSCLC). Acquired multidrug resistance is the main obstacle for the cure of SCLC. Certain genetic abnormalities may target specific cytotoxic drugs and intervene with the mechanism of resistance development at an early stage during NSCLC treatment. Therefore it is futile to prescribe combinations of cytotoxic drugs to a vast majority of these patients. The following genetic abnormalities have been found to be useful surrogate markers of therapeutic response: ERCCI m RNA levels for platin, beta-tubulin mutations for taxane and vinoralbine and ribonucleotide reductase gene for gemcitabine. Detection of these genomic differences which are predictive of drug resistance and response will allow the individualization of treatment modalities in near future.



 
Quick Search

 




















 
Copyright © 2016 Turkish Respiratory Society. All rights reserved
Bu web sitesi sağlık profesyonellerine yöneliktir. İçeriğindeki yazılar ve dökümanlar hekim veya eczacı görüşü yerine geçmez. Sitenin kullanımıyla ilgili her türlü sorumluluk kullanıcıya/ziyaretçiye aittir.

LookUs & Online Makale